Atatürk, 1 Mart 1924 tarihli meclis açış konuşmasında, “Cumhuriyetin bugün de ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunması” için dinin ve ordunun siyasetten ayrılması gerektiğini söyledi. Bu konuşmadan 2 gün sonra, 3 Mart 1924’te Devrim Kanunları çıkarıldı


Cumhuriyet Devrimi, Atatürk’ün ifadesiyle “aşama aşama” gerçekleştirildi. 23 Nisan 1920’de Ankara’da, üzerine padişah gölgesinin düşmediği ilk meclisimiz (TBMM) açıldı. 20 Ocak 1921’de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) yürürlüğe girdi. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923’te de cumhuriyet ilan edildi. Böylece saray saltanatının yerini millet egemenliği aldı. Ancak 1923’te cumhuriyet, henüz “laik” ve “demokratik” değildi. Atatürk, “laik ve demokratik Cumhuriyet” hedefine adım adım yürümek istiyordu. Her ne kadar 1928 öncesinde anayasada “Devletin dini İslam’dır” maddesi yer alsa da aslında Türkiye Cumhuriyeti 3 Mart 1924’ten itibaren ruhu itibarıyla laikti.

Bugün konumuz, unutturulmak, hatta yok edilmek istenen 3 Mart 1924 Devrim Kanunları...

ATATÜRK’ÜN 1 MART 1924 KONUŞMASI

Atatürk, 1 Mart 1924 tarihli meclisi açış konuşmasında şunları söyledi:

“Geçen yıl içinde Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek eğilimine uyarak devletin idare şeklinin cumhuriyet olmasının kesin kararına vardı. (...) Millet, cumhuriyetin bugün de ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunmasını istemektedir. (...)

Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten ayırmak ilkesi, Cumhuriyetin daima göz önünde tuttuğu bir esas noktadır. Şimdiye kadar izlenen bu yolda, Cumhuriyet orduları vatanın gücü ve güvenilir kurtarıcısı olarak saygılı ve güçlü bir mevkide kalmıştır. Bunun gibi bağlı olmakla mutluluk duyduğumuz İslam dinini de yüzyıllardan beri olageldiği üzere bir siyaset aracı olmak durumundan çıkarıp yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve kutsal olan inanç ve vicdan duygularımızı, muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaatler ve ihtiraslara sahne olan siyasetten ve siyasetin bütün organlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünyadaki ve ahiretteki mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 230).

Atatürk, 1 Mart 1924 tarihli bu meclis açış konuşmasında, “Cumhuriyetin bugün de ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunması” için dinin ve ordunun siyasetten ayrılması gerektiğini söylüyordu. Bu konuşmadan 2 gün sonra, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları çıkarıldı. Bu sayede din ve ordu siyasetten ayrıldı. Böylece tarihimizde “laik ve demokratik Cumhuriyet” yolunda ilk büyük adım atıldı.

“Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı” ile “Genelkurmay Bakanlığı”nın Kaldırılması: (Kanun No: 429)


Atatürk’ün 1 Mart 1924 tarihli meclis konuşmasından bir gün sonra, Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ile 57 arkadaşı, “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile “Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti’nin (Genelkurmay Bakanlığı’nın) kaldırılmasına dair bir kanun teklifi sundular. Kanun teklifinin gerekçesinde –günümüz Türkçesiyle- şöyle deniliyordu:

Din ve ordunun politik akımlarla ilgilenmesi çok kötülükler doğurur. Bu gerçek bütün uygar ulusalar ve hükümetlerce bir temel ilke olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan yeni bir hayatın varlığını sağlamak görevini üzerine almış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin politik kuruluşlarında zaten sonradan meydana getirilmiş olan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nın bulunması uygun olamaz.”

Birkaç dakika içinde maddeler okunup kabul edildi. (Kanun No: 429)

Manşette şöyle yazıyor, ‘Dün Büyük Millet Meclisi, makamı hilafetin, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin ilgası hakkındaki kanunları kabul eyledi’. (Hakimiyeti Milliye, 4 Mart 1924)


429 sayılı kanunun 2. maddesi ile “Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı” kaldırıldı. Onun yerine, kanunun 1. maddesi ile Müslümanların inanç ve ibadet işleriyle ilgilenmek ve din kuruluşlarını yönetmek üzere Başbakanlığa bağlı ”Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. 3. maddeye göre Diyanet İşleri Başkanı, Başbakanın teklifi, Cumhurbaşkanının onayı ile atanacaktı. 7. madde ile Başbakanlığa bağlı “Vakıflar Genel Müdürlüğü” kuruldu. Aynı kanunun 8. maddesi ile de “Genelkurmay Bakanlığı” kaldırıldı. 9. madde ile Cumhurbaşkanının vekili olarak, barışta ordunun emir ve komutası ile görevli, en yüksek askerlik makamı olmak üzere “Genelkurmay Başkanlığı” kuruldu. 10. maddeye göre Genelkurmay Başkanı da Başbakanın teklifi ve Cumhurbaşkanının onayıyla atanacaktı. Genelkurmay Başkanı, göreviyle ilgili konularda bağımsız olacaktı.

429 sayılı kanunla, daha önce mecliste “bakanlık” düzeyinde temsil edilen “din” ve “ordu”, meclis dışına çıkarılıp “başkanlık” olarak konumlandırıldı. Böylece hem “din” hem “ordu”  siyasetten ayrıldı.

Ancak dinin ve ordunun siyasetten tam olarak ayrılması için daha başka adımlara da ihtiyaç vardı. Örneğin, devletin tam olarak laikleşmesi için daha halifeliği kaldırmak, şeri mahkemelere son vermek, “Devletin dini İslam’dır” maddesini anayasadan çıkarmak gerekiyordu. Ordu ile siyasetin ayrılması için de ordu komutanlarının ve askerlerin aynı zamanda milletvekili olmamaları gerekiyordu.

429 sayılı kanunla Genelkurmay Başkanı kabineden çıkarıldı. Ama askerler ve komutanlar aynı zamanda milletvekili olmaya devam ediyordu. Atatürk, 30 Ekim 1924’te, milletvekili olan komutanlardan, ya milletvekilliğini ya askerliği tercih etmelerini istedi. Cevat Çobanlı Paşa ile Cafer Tayyar Paşa milletvekilliğini, diğer komutanlar ise askerliği tercih ettiler. Böylece, Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Ordu, Mustafa Kemal’in hayatı boyunca fiilen siyaset dışı kalacaktı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C.3, s. 164).

Öğretimin Birleştirilmesi: (Kanun No: 430)


Osmanlı’dan Cumhuriyete geçilirken Türkiye’de eğitim parçalanmış bir haldeydi. Mektep, medrese ayrımı yanında, azınlık okulları ve yabancı okullarla eğitim öğretim dağınık bir görüntü sergiliyordu. İşte “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” (Öğretim Birliği Kanunu) ile her şeyden önce eğitimdeki bu dağınıklığa son verilmek istendi.

Atatürk, 1 Mart 1924 tarihli meclis konuşmasında “Kamuoyunda saptanan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin, vakit kaybetmeksizin uygulanması gereğini gözlemliyoruz” dedi. Ertesi gün Halk Partisi Grubu’nda “Şeri’ye ve Evkaf Vekâleti” ve “Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti”ni kaldıran kanunlar görüşüldükten sonra, Manisa Milletvekili Vasıf (Çınar) Bey ve 57 arkadaşının teklifiyle “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” görüşülmeye başlandı. 3 Mart 1924’te mecliste “Öğretim Birliği Kanunu” kabul edildi. (Kanun No: 430).

430 sayılı kanunun 1. maddesine göre Türkiye’deki tüm bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 2. madde ile daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı veya özel vakıflarca kurulup yönetilen “medrese ve mektepler” de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 5. madde ile daha önce Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri okular ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan Darüleytamlar (Yetimevleri) da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. (Ancak 1925’te askeri okullar yeniden Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktı). 4. madde ile Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirmek için üniversitede bir “İlahiyat Fakültesi” kuracaktı. Ayrıca “imamlık”, “hatiplik” gibi dinsel hizmetler için de okullar açacaktı.

Milli Eğitim Bakanlığı, birkaç gün sonra, kendisine devredilen medreseleri kapattı. Milli Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar), medreselerin kapatılmasını eleştirenlere işin iç yüzünü de açıkladı. Vasıf Bey, yüzyıllardır bilimsel niteliğini kaybeden medreselerin şimdi askerlikten kaçmak isteyenlerin ve kayıt yaptırıp dışarıda başka işlerle uğraşmak isteyenlerin sığınağı olduğunu söyledi. Ayrıca kapatılan medreselerin ilkokul yapılacağını, medreselerdeki yaşları uygun öğrencilerin de bu ilkokullara devam ettirileceğini belirtti.

1924’ta medreseler kapatılırken Türkiye’de 479 medrese, buralarda 18 bin öğrenci vardı. Bunların 12 bini kayıtlı olduğu halde medreselere devam etmiyordu. Buna karşılık orta dereceli okullarda yalnızca 7 bin, yüksekokullarda ise 3 bin öğrenci kayıtlıydı.

430 sayılı kanunun 4. maddesine dayalı olarak 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir “İlahiyat Fakültesi” ile değişik il merkezlerinde 29 imam hatip okulu açıldı. İmam-hatip okulları ve İlahiyat Fakültesi 1930’larda -öğrenci yetersizliği- nedeniyle kapatıldı.

430 sayılı “Öğretim Birliği Kanunu” ile “mektep-medrese, yabancı okul” ayrımına son verildi. Daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak ve medreseler kapatılarak eğitim öğretim laikleştirildi. Bu sırada bazı din okullarının açılması ise dönemin kendi koşulları içinde sosyolojik bir ihtiyaca karşılık vermek içindi.

Halifeliğin Kaldırılması: (Kanun No: 431)


Atatürk, saltanatı kaldırırken -dönemin koşulları gereği- halifeliğe dokunmadı. 1 Kasım 1922’de TBMM, saltanatla hilafeti birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. 17 Kasım 1922’de son padişah Vahdettin, “Hayatımı tehlikede hissediyorum!” diyerek İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. Bunun üzerine TBMM, Osmanlı hanedan soyundan Abdülmecit Efendi’yi halifelik makamına getirdi. Ancak halifeliğin kaldırılması için de en uygun ortam bekleniyordu.

Din ve orduyu siyasetten ayıran, eğitimi laikleştiren kanunların kabul edildiği gün, Meclis Başkanı Fethi Bey, Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı “Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması” hakkında bir kanun teklifi verdiler.

Teklifin gerekçesinde, halifeliğin “hükümet” demek olduğu, “çağdaş bir hükümetin yanında ayrıca bir halifelik makamına gerek olmadığı” belirtiliyor ve “Türk milleti kurtuluşu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez” deniliyordu.  Meclis görüşmesinin ardından 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı. (Kanun No: 431).

Halifelik kaldırıldıktan sonra camilerdeki hutbeler de değiştirildi. Hutbelerden halifenin adı çıkarıldı. İkdam Gazetesi’nin bu haberine göre halifeliğin kaldırılmasından sonra ilk cuma hutbesinde ‘Cumhuriyete ve millete dua edildi’ (İkdam 8 Mart 1924)


431 sayılı kanunun 1. maddesiyle halifelik kaldırılırken 2. maddesiyle Osmanlı hanedanının kadın-erkek-damat tüm fertlerinin Türkiye’de ikamet etmeleri yasaklandı. 3. madde ile hanedan üyelerinin, kanunun ilanından itibaren 10 gün içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını terk etmeleri istendi. 4. madde ile haneden üyeleri vatandaşlıktan çıkarıldı. 5. madde ile hanedan üyelerinin Türkiye’de gayrimenkul sahibi olmaları yasaklandı. 6. maddeye göre sürgün edilen hanedan üyelerine, yol masrafları ve servet derecelerine göre bir defaya mahsus hükümetin belirleyeceği bedel ödenecekti. 7. maddeye göre hanedan üyeleri ülke sınırları içindeki gayrimenkullerini bir yıl içinde elden çıkaracaklardı. Aksi halde hükümet bunları elden çıkarıp bedelini kendilerine ödeyecekti. 8-11- maddelere göre Osmanlı padişahlarının Türkiye Cumhuriyeti arazisindeki bütün malları; sarayları, kasırları millete geçecekti.

Halifeliği kaldıran ve hanedan üyelerini yurt dışına sürgün eden 431 sayılı kanunla Türkiye’de kansız, kavgasız biçimde hanedan saltanatına son verildi. Böylece ülke, üzerindeki taşınır taşınmaz tüm varlıklarıyla sarayın/sultanın elinden alınıp asıl sahibine, millete verildi. Fransız ve Rus devrimlerinin aksine Türk devrimi, hanedan üyelerini sadece sürgün etmekle yetindi.

Bugün, hanedan üyelerinin sürgün hikâyeleri üzerinden mağduriyet edebiyatı yapanlara ise hanedan üyeleri yüzlerce yıl saraylarda lüks içinde yaşarken, milletin aç susuz, cepheden cepheye koşup vatan mücadelesi verdiğini hatırlatmak gerekir. Şurası unutulmamalıdır ki bu topraklar bize saraydan/sultandan miras kalmadı, bu toprakları bu millet kanıyla canıyla vatan yaptı.

Diyeceğim o ki, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları ile din ve ordu siyasetten ayrıldı. Eğitim laikleştirildi. Millet egemenliğinin önündeki son engel de (halifelik) ortadan kaldırıldı. Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi 3 Mart 1924’te hayat buldu.