Değerli okurlarım;

Bugün size, saygın edebiyat eleştirmeni Selim İleri’nin “usta dünya yazarları arasına yürüyen bir kalem” olarak gösterdiği başarılı romancı Hasan Baran kardeşimin yazmakta olduğu “ATATÜRK’ÜN FOTOĞRAFINA BAKARKEN” adlı son eserinden bir bölüm sunacağım.

İşte okurken gözlerimin buğulandığı o satırlar:

★★★

...Atatürk’ün mavi gözleri buğulandı; “Kamil Hoca’yı sekiz yıldır görmedim” dedi. “Eyüp’te torununun yanına geldiğini duydum. Haydi Topkapılı, Salih Bozok’tan adresi al, onun yanına götür beni. O aydın, cesur din adamına vefamızı, saygımızı ve sevgimizi gösterelim.”

Eyüp’te iki katlı ahşap bir evin bahçesinde, sedirde oturmuş Kur’an okuyan Kamil Hoca, Atatürk’ü görünce Kur’an’ı sol eliyle kalbinin üstüne bastırıp ayağa kalktı, nurlu yüzünden iki damla yaş düştü. Sağ eliyle Atatürk’ün eline sarıldı, öpmek istedi. Atatürk buna izin vermedi. Kamil Hoca’nın elini alıp öptü, alnına götürdü.

Kamil Hoca, Atatürk’ü gördüğüne çok sevinmişti.

Gelinine, “Paşam dibekte dövülmüş kahveyi sever, haydi gelin kızım hayatının en güzel kahvesini yap Paşama...” diyerek, Atatürk’ün elini tutarak sedire oturttu.

★★★

Kamil Hoca’nın Amasya Müftüsü olduğu günlerden, Amasya Kongresi’nden, Atatürk’ün isteği üzerine cuma hutbesinde Kamil Hoca’nın toplanan kalabalığa Paşamızın Milli Mücadele’yi başlatma bildirisini okumasından bahsedildi.

Sonunda Atatürk öyle bir şey söyledi ki hepimiz donduk kaldık. Bir müddet etrafa sessizlik hâkim oldu.

Atatürk; tekrar, “Bana dinsiz diyorlar baba” dedi. “Sen beni Milli Mücadele’nin ilk başından beri tanırsın. Sen hep doğruyu söylersin. Ben dinsiz miyim?..”

Bu durumun Paşamı çok üzdüğünü biliyordum. İçinde daha fazla tutamamış, o üzüntüsünü dile getirmişti sonunda işte...

★★★

Paşamın rakı içmeden uyumadığını, onun dinsiz olduğunu söylediklerini ben de duymuştum ve laflarını ağızlarına tıkamıştım elbette... Paşam rakı içmeden uyuyamıyormuş, evet, doğrudur, çünkü dertten, sıkıntıdan, herkesten gizlemeye çalıştığı hastalığından dolayı uyuyamıyordu. Paşam, Trablusgarp cephesinde sivrisinek ısırması sonucu sıtmaya yakalanmıştı.

Bu sebepten dolayı karaciğer rahatsızlığına (hipertrofik siroz) yakalanmıştı. İleride kendisine tedavi amaçlı verilen kinin ve atebrin ilaçları karaciğer ve dalağı yıpratmıştı.

★★★

Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Paşam için 43 kutu kinin alınmış olmasının anlamını herkes buradan anlayabilir...

Şimdi Atatürk’e ‘alkolik’ diyen kendini bilmezler için söylemek istiyorum;

Alkole bağlı siroz olması için bir insanın 15 yıl boyunca hiç aralıksız her gün en az 3 kadehten daha fazla alkol alması gerekir. Kurtuluş Savaşı zamanında hiç içki içmemiş olan bir kişi, nasıl alkolik olur?..

Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı ‘kinin’ yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü.

★★★

Tedaviyi yapan doktor sonradan anlaşıldı ki Mason cemiyetinin üstatlarından Mim Kemal’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celâl Bayar’ın ısrarı ile dışarıdan bir doktor getirildi. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için iki ay kadar kaldığı Savarona yatında nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştü...

★★★

(Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi?..

Büyük Millet Meclisi’nde ölüm raporu gündeme getirildi.

Mason locaları 1935’te kapatılmasına rağmen Meclis’te hâlâ mason milletvekilleri vardı, “Gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım” denildi ve kabul edildi. Arkasından Yeşilay icat edildi, tarih kitaplarına da böyle girdi.)



★★★

Kısa bir an ama uzun bir sessizlik oldu.

Kamil Hoca, bembeyaz, dalga dalga kıvrılmış uzun sakalını sıvazlayarak Paşamıza baktı.

“Altının kıymetini sarraf bilir, der atalarımız...” diye sözüne başladı.

“Koskoca bir imparatorluk yıkılıyor, o dönemin iş bilmez yöneticileri işgal kuvvetlerinin kontrolü altına giriyor ve Anadolu coğrafyası dört bir yandan işgal ediliyor. Eğer sen olmasaydın Paşam, Anadolu yurdunda bir tane Müslüman Türk kalmayacaktı. Bu Türkiye Cumhuriyeti’ni sen kurdun. Sana borçluyuz Türkiye’yi, Cumhuriyet’i... Sana padişah ve halife olman teklif edilmişti. Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı, mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini sarayında gizli içeceğin için, kimse de bu konuda olur olmaz konuşmayacaktı. Ama sen bu teklifi elinin tersiyle ittin. Milletinin geleceği için devrimler yolunu açtın. Bu nedenle kaç kez ölüm tehlikesi atlattın, iftiralara uğramayı göze aldın. İstedin ki yurttaşların bağımsız olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun, ilerlesin, gelişsin, her alanda kalkınsın, Ortaçağ’dan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini paylaşsın, dilediği gibi ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da Batı’nın kölesi olmasın.

★★★

Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi ama doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de alışkanlığını da veremedik.

Geleceği emanet ettiğin gençlerin birçok akımların, farklı düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bölünmelerini engelleyemedik. Gençlerimiz geçmiş tarihlerini bilmeden yetişiyor. Onlara kendi kahramanlarını unutturduk, yabancı kahramanlara hayranlık duymalarına yol açtık.

Bağımsızlığın milli ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bağımsızlık duygusu zayıfladı. Anadolu aydınlanması gittikçe kararıyor. Emperyalizm konuşulmaz oldu. Batı karşısındaki aşağılık duygumuz yeniden hortladı. Kendimize güvenimiz sarsıldı. Senin, özü yurtseverlik, toprak, tarih ve yazgı kardeşliği olan milliyetçilik görüşünü canlı tutamadık. Birliğimiz, dirliğimiz sorunlar içinde. Seni de sana benzemeyen büstlere dönüştürdüler. Bu gidişin nelere mal olacağını tarih açıklıyor ama kimse tarihe kulak vermiyor.

Bütün bunlardan dolayı senden, aziz adından, derin bir utanç içinde özür diliyorum.

★★★

İşte bu vaziyetteyken, tek başına yola çıkan, dağınık ve bitkin halde bulunan milleti toparlayıp tek bir yumruk haline dönüştüren bir lider asla normal bir insan olamazdı. Ancak yüce Allah’ın her yönüyle özel donanımlı, seçkin yarattığı bir insan böyle bir gidişata dur diyebilirdi.

Hâşâ... Sana dinsiz diyen günaha girer.  Dinsiz demek inanmayan demek... Allah’a ve Resulüne iman etmeyen, manevi duyguların zirvesini yaşamayan bir insan, nasıl olur da Müslüman Türk Milleti’nin vatanını, namusunu, imanını kurtarmak için her şeyini ortaya koyar ve her şeyden önemlisi bunu başarır? Hiç akıl alıyor mu?

Sen vatansın, bayraksın, bu ulusu birleştirici harçsın, bu milletin inancısın. Sen çok imanlı, çok inançlı bir insansın. Sen, padişah fermanı, şeyhülislam fetvasıyla ölüme mahkûm edildiğinde İngiliz ve Yunan istihbaratı ve onların yerli iş birlikçileri fitneleriyle seni dinsiz gösterip bu milletin gözünden düşürmeye çalıştılar. Amasya’da daha ben seni hiç görmeden, tanımadan benim de kulağıma geldi bu fitnelikler. Fakat seni ne zaman ki gördüm, dinledim Paşam, işte o zaman senin hissettiklerini, heyecanını anlamıştım. ‘Vatan millet özgürlüğe kavuştuktan sonra, gayri ölüm de gelse hoş gelsin’ der gibiydiniz.

Hatırlıyor musunuz Paşam, Amasya’da ilk karşılaştığımızda bana sormuştunuz? ‘Baba’ dediniz. ‘Bu işte muvaffak olmak da var, olmamak da... İnşallah muvaffak olacağız. Eğer olamazsak bizi asarlar. Kelle gider!’

Ben de size şöyle demiştim:

‘Oğul! Sen ki genç yaşta başını vatan, millet uğruna feda etmişsin, benim bu ihtiyar kelleyi de koy, senin uğruna feda olsun.’  

O genç yaşında bu yola baş koymuş halinle, Anafartalar kahramanı bir muzaffer komutan olarak eğildin, bir din adamı olarak bana ‘baba’ deyip elimi öptün, benim fikrimi aldın. O zaman inandım Allah’a nasıl inanırsam senin imanla dolu olduğuna ve o iman aşkıyla bu milleti kurtarmak için bu yola baş koyduğuna. Eğer sen imansız olsan Cenab-ı Allah seni muzaffer eylemezdi. Sen yedi düvelin işgal ettiği, eziyet ettiği, bebelerin süngülere takılıp sallandırıldığı, emzikli gelinler bebelerini emziremesin diye memelerinin uçlarının kesildiği, yedi sekiz yaşındaki kızlara tecavüz edilip sonra karınlarının yarıldığı, bu ülkenin cehenneme döndürüldüğü ve cehennem azabı yaşadığı bir zifiri karanlıkta sen güneş gibi doğdun, bu halkı aydınlattın. Düşmanı kovdun. Halkın özgürce dinini, örf adetlerini, kültürünü yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdun.

★★★

Paşam, siz dinsiz imansız olsaydınız bunu hiç yapar mıydınız? 3 Şubat 1932’nin Kadir Gecesi’nde, sizin talimatınızla Ayasofya’da, bütün Dünya Müslümanları dinlesin diye, 25 hafızdan oluşan mevlithan heyeti, radyodan canlı yayında, mevlit ve Kur’an okudu... Halk için, şehir meydanlarına hoparlörler yerleştirildi.

Bunu dünyada ilk kez siz yaptınız. Ayasofya şimdiye kadar tarihin kaydetmediği emsalsiz dini tezahürata sahne oldu. Ayasofya’da en az kırk bin kişi vardı. Ayasofya’ya sığamayan 30 bin kişilik bir halk kitlesi meydanları doldurmuştu. Mahşeri kalabalıktan, namaz kılınırken secde edilemiyordu, Türkçe tekbir, halkı ağlatıyor, âmin sedaları asumana yükseliyordu. Bunlar sizin sayenizde oldu Paşam. O âmin sedaları asumana sizin sayenizde yükseldi. Sizin dinsiz imansız olmanız mümkün değil. Bu toprakların bedeli çok ağır ödenmiştir. Bu bedeli sizin önderliğinizde tüm ulus ödedi. Düşmanlar yurdumuzu dört koldan işgal etmişler camilerimizi at ahırı yapmışlardı. Çoğu yerlerde cemaat camilere toplanıp kapılar kapatılıp ateşe veriliyordu. Bu cemaati Müslimin cayır cayır yakıldı. Siz olmasanız bu ülkede ne ezanlar okunurdu ne de âmin sedaları asumana yükselirdi...

★★★

Bu toprakların bedeli çok ağır ödendi.

Amasya’da bir Osman vardı, iki bacağı üzerinde koşarak ayrıldığı köyüne, yıllar sonra tek bacağı üzerinde geldi... Yaşlı amcası, bir şey söylemeden kolundan tutup biraz ilerideki evine götürdü Osman’ı...

Avlunun tahta kapısından içeri girip, tahta bir sandalyeye oturttu...

Acı bir tebessümle, ‘Hoş geldin Osman’ım, nasılsın?’ diyebildi.

Osman, sessiz bir şekilde, ‘şükür’ dercesine sağ elini kaldırıp iki göğsünün ortasına koydu...

Osman, yorgun gözleriyle yaşlı amcasının gözlerine baktı... Cebinden bir zarf çıkarıp uzattı...

Köyde okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olan yaşlı adam zarfı açtı, okumaya başladı...

Osman’ın kumandanının imzasıyla biten mektup, Osman’ın tüberküloz olduğunu, Çanakkale’de bir bacağını kaybettiğini ve artık konuşamadığını bildiriyordu...

İki kolunda koltuk değnekleri, üzerinde kumandanının hediye ettiği üniforma... Üniformanın cebinde bir mektup...

Ve Osman’ın içinde, derinlerinde, her geçen gün büyüttüğü bir özlem, ana şefkati, yar koynu, evlat kokusu...

Eksik de olsa onca savaştan dönmeyi başarabilen az sayıda vatan evladından biriydi Osman...

Yurdun dört bir yanında öyle binlerce Osman vardı... Milyonlarca acı ağıttan sadece birisi Osman’ın dramı!..

Sadece bu sebepten olsa bile sen o milyonlarca acı ağıdı, sevinçli bir türküye çevirdin. Bu vatanı, bu milleti kurtardın. Sen olmasaydın Mehmet Akif şu mısraları yazabilir miydi?

‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.’

★★★

Bayrağını, haritası ve sınırlarını başkalarının çizdiği topraklarda değil, bedeli ödenmiş topraklarda yaşıyorsak eğer, sen bu topraklara sahip çıkmanın önderliğini yaptığın içindir Paşam. Sen sahip çıktın bu vatana. Sen de sahip çıkmayıp ‘bana ne...’ deseydin. Padişah Vahdettin gibi İngilizlerin eline ayağına sarılsaydın, onlar ne derse yapsaydın, ne Türkiye diye bir vatan, ne de Türk Milleti diye bir millet kalacaktı. Paşam, sizin ömrünüz cepheden cepheye koşturmakla geçti. Bu vatan kurtulsun diye kaputunuza sarılıp karın, buzun içinde yattınız. Yeri geldi düşman kurşunu gelip böğrünüzü vurdu. Cep saatiniz olmasa siz o Osman gibi evinize de dönemezdiniz. Zaten sizin eviniz de yoktu. Eviniz vatandı sizin... Ve evinize de düşman girmişti.

Sizi Allah bu ulusa bağışladı Paşam. Siz bu ulusu kurtarasınız diye Allah sizi bu millete bağışladı. Eğer bir Allah’ın kulu size imansız dinsiz derse büyük günaha girer.”

★★★

Atatürk bunları dinleyince mavi gözlerinden iki damla yaş aktı. Kalktı yerinden, Kamil Efendi’nin elini öptü. Kamil Efendi de sarıldı, onu alnından öptü. Anlatılan ‘altın’, anlatan da ‘sarraf’ olunca, bu tablonun yaşanmaması mümkün değildi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran irade ancak böyle arif, böyle saygı, sevgi mükemmeliyetindeydi işte...