Kuzey Amerika kıtasında çok değil, geçen yüzyıl milyonlarca bufalo yaşıyordu. Kızılderili öykülerine göre, ovalar ve vadiler bufalo sürüleriyle doluydu. Bufalo sürüleri koşunca gök gürültüsünü andıran ses kilometrelerce ötelerden duyulurdu. Fakat, 19. Yüzyıl’ın ortalarına gelindiğinde nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı görkemli bufalolar.

Çünkü, Amerika’nın doğu ve batı kıyılarını birbirine bağlayan demiryolu yapımına başlandı! Çalışan yüzbinlerce işçinin karnı doyurulmalıydı. Ucuz et için başlayan katliam sonra başka bir kıyıma döndü. Katliamın baş rolünde ‘efsane’ haline gelen, filmleri yapılan Bufalo Bill takma adıyla tanınan Bill Cody vardı... Tek başına 4860 bufalo vurdu! Demiryolu bitti ‘deri ticareti’ başladı bu kez. Yüzbinlerce bufalo sadece derileri için avlandı. Kızılderililer, kutsal saydıkları canlılara yapılanı anlayamıyordu. Çünkü, vurulup derileri alındıktan sonra çürümeye bırakıldılar!

Bufalolarla ilgili bir belgesel izlemiştim yıllar önce. Uzaktan, bir tepenin üzerinde yere boylu boyunca uzanmış ellerindeki dürbünlü tüfeklerle aşağıda otlayan bufalo sürüsünde seçtikleri birine ateş ediyordu avcılar.

Namludan çıkan mermi dev cüssenin derisine zarar vermemek için özellikle baş tarafından vuruyor, koca canlı sendeleyip yere yığılıyordu. Sürüdeki diğer bufalolar tehlikeyi seçemedikleri için şöyle birkaç saniye yere düşene doğru bakıyor, sonra içgüdüleri gereği yeniden karınlarını doyurmaya devam ediyorlardı. Avcı ateş ediyor, biri yere yığılıyor, diğerleri hafif tedirginlik yaşayıp ona bakıyor. Ve sonra karın doyurmaya devam... Yeniden ve yeniden...

***

Küçük büyük her depremde yıkılıyoruz. İstiridye kabukları dolu tuz buz olmuş betonların altında kalıp ölüyoruz, sevdiklerimizi yitiriyoruz, kalbimiz o yığıntılarda kalıyor. Bağırıyoruz üç beş gün, orada kimse var mıııı diye... Sonra devam!

İnsanlarımızla birlikte ormanlarımız, bu dünyayı paylaşmak zorunda olduğumuz canlarımız yanıyor. Şöyle bir sarsılıyoruz önce. Duraklayıp bakıyoruz gidene, yanana... Sonra devam!

Seller oluyor, göz göre göre gelen ihmaller zincirine kurban gidiyor bazılarımız. Televizyonların evlerimize getirdiği yüzlerce çaresizlik karşısında gözlerimizden iki damla yaş süzülüyor, şoke oluyoruz... Sonra devam!

Mesleği ‘siyaset yapmak’ olan politikacı, musalla taşında son yolculuğa çıkanın başında bile siyaset yapıyor yine, yine ve yine. Öfkeleniyoruz, bu kadarı da olmaz ki diye... Sonra devam!

Köylerimiz, kasabalarımız, ilçelerimiz, illerimiz, büyük şehirlerimiz denetimsiz, oralardaki evlerimiz korumuyor bizi. Tam tersi ilk yağmurda, ilk sarsıntıda öldürüyor. Korkuyoruz bir hafta, iki hafta... Sonra devam!

Plan yapması gereken, denetlemesi gereken, başı boşluğa izin vermemesi gerekenler seçimden seçime söz veriyor. İnanıyoruz oy sayımına kadar... Sonra devam!

Haksızlık canımıza tak ettiğinde, başımız sıkıştığında bir umut koşuyoruz adalete. Terazisi bazen öyle bazen böyle, bir türlü doğru tartamıyor. Kırılıyoruz... Sonra devam!

***

Sanki yedekte bir memleket varmış da günün birinde buralar tükenince oraya gidecekmiş gibi hoyrat davrandığımız yurdumuzda yaşayanlar olarak neyiz biz?

Henüz vurulmayan, vurulup düşenin yanı başında avcı tarafından seçilene kadar karnını doyurmaya devam eden bufalo muyuz?

Bufalo değiliz ki... İnsanız!

İnsan vurulup düşene üzülür, durup vurulmayı beklemez. Tersine kurtulup coşku ile yaşamak ister. Başa gelen bir belanın son olmasını ister. Aklını, bilimi kullanır; depremin, yangının, selin sonsuz bir ceza haline gelmesine göz yummaz. Kendisini her defasında çaresiz bırakan sorumlulardan hesap sormak ister! Çoluk çocuk oturduğu güvensiz binasına imar affı çıkaranlara kızar, ama başvurup ortak olduğu için bu işe kendisiyle de yüzleşir. Doğal akışı bozan şeyin yağmur, evleri yıkıp canları önüne katıp götüren selin de kader değil kendi yanlış seçimleri olduğunu iyi bilir...