Sadece jön değildi.

Jön Türk’tü.

Ayhan Işık, Sadri Alışık, Yılmaz Güney, Muzaffer Tema, Kartal Tibet, Orhan Günşıray, Ekrem Bora, Kemal Sunal, Önder Somer, Süleyman Turan, Eşref Kolçak, Fikret Hakan, Tarık Akan gibi, Jön Türk’tü.

Allah başımızdan eksik etmesin, varlığıyla onur duyduğumuz Ediz Hun, İzzet Günay, Göksel
Arsoy gibi.

Sadece rol yapmadı.

Laik, yurtsever, eşitlikçi, biat etmeyen özgür karakteriyle rol modeldi.

Saray zulmüne karşı, baskılara karşı, gericilere karşı “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diyen... Namık Kemal gibi.

Tevfik Fikret gibi.

Ziya Gökalp gibi.

Yusuf Akçura gibi.

Çağdaş Jön Türk’tü.

Young Türk olarak, daima genç’ti.

Daima aydın’dı.

Tıpkı beyaz perdemizin yukarda adı geçen öbür jönleri gibi, siyasetle hiç alakası olmayan filmlerinde bile, aslında, Kuvayı Milliye cumhuriyetinin temel felsefesini yansıttı...

Kötüler mutlaka kaybeder, iyiler mutlaka kazanır.

Her son’da umutlandırdı.

Aşk, dram, komedi, macera, hepsinde insan olduğumuzu hissettirdi.

Kara Murat, Battal Gazi, Malkoçoğlu, madenci İlyas, öğretmen Kemal, komiser Tahsin, avukat Murat, piyanist Kenan, doktor Cemal, yüzbaşı Orhan, kaptan Cemil, eşkıya Halil, mühendis Ali, işadamı Ömer, kabadayı Haydar... Ömrü boyunca, topraklarımızı yağmalamaya çalışanlarla, işbirlikçilerle, yobazlarla, cehaletle, koltuğunu/cebini düşünenlerle, sömürüyle, zorbalıkla mücadele etti.

Sadece filmlerinde değil, özel hayatında da böyleydi.

Mustafa Kemal’in askeriydi.

Filmlerinde de gerçek hayatında da dublör kullanmadı.

Mış gibi yapmadı.

Katıksız Atatürkçüydü.

İktidarlara ceket iliklemedi.

Şahsi ikbal için saf tutmadı.

Daima halkın yanında durdu.

Ediz Hun’la Filiz Akın’ın birbirlerine sarılarak Boğaz’ı seyrettiği, Tarık Akan’la Emel Sayın’ın ağaçlar arasında neşeyle koşuşturarak saklambaç oynadığı, İzzet Günay’la Türkan Şoray’ın sokaklarında el ele yürüdüğü, Kartal Tibet’le Fatma Girik’in faytonla dolaştığı, Adile Naşit’in sanki öfkelenmiş gibi aksi aksi bakan Münir Özkul’a kıkır kıkır kıkırdadığı, büyümeyen çocuk Zeki’yle mahallenin bitirimi Metin’in kız peşinde koştuğu, fakir ama yakışıklı delikanlı Ayhan Işık’ın küçük hanımefendi Belgin Doruk’a çapkın çapkın kırmızı bir gül uzattığı, ropdöşambırlı babacan fabrikatör Hulusi Kentmen’in bu genç aşıklara pencereden şefkatle baktığı, tonton aşçı Necdet Tosun’la azgın hizmetçi Mürüvvet Sim’in tombul yanaklarını birbirine yasladığı, şoför Vahi Öz, bahçıvan Nubar Terziyan ve saftirik uşak Cevat Kurtuluş’un mutluluktan ağladığı... “Eski Türkiye” diye aşağılanan “gerçek Türkiye”nin efsanesiydi Cüneyt Arkın.

Sadece fiziği değil, yüreği de yakışıklıydı, ruhu da yakışıklıydı.



İyi ki hayatımızdaydı.



Herkese kısmet olmayacak bir hayat yaşadığını bildiğim için, yokluğuna katlanmak adına biraz olsun kendimi teselli edebiliyorum.

Ama doğrusunu isterseniz...

Cüneyt Arkınımızı kaybettiğimize mi daha çok üzülüyorum, yoksa “eski Türkiye”nin o güzel günlerini yaşayamayan, “yeni Türkiye” denilen bu kabusta boğuşan gençlerimize mi, bilemiyorum.