Sevgili okuyucularım, biz Türk milleti olarak tarihimizi bilmeyiz. Tarihini bizim kadar az bilen ikinci bir toplum herhalde yoktur. Okullarımızda okutulan tarih dersleri palavradır.
Öğrencilerin beyni vizigotlar, ostrogotlar gibi bir sürü saçma sapan şeylerle doldurulur.
Oysa bizim tarihimiz ilginçtir, renklidir. Tarihimizi biraz bilsek, günümüz olaylarını daha iyi
anlarız. Üstelik tarihimiz bu günlerin aynasıdır.
2013 yılının başlarındayız, bundan tam 100 yıl önce tarihimizin en büyük felaketlerinden birini yaşıyorduk.
Balkan Harbi.
Osmanlı çöküşteydi. Bitmiş tükenmiş, Avrupa’da “Hasta adam” olarak isim konmuştu. Bizi
paylaşmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Felaket süreci şöyle başladı:
1911 yılında İtalya, elimizdeki Libya’yı ele geçirdi. Hem de savaş falan olmadan!.. Çünkü oraya gidecek donanmamız yoktu. Enver, Mustafa Kemal gibi bazı subaylar oraya gidip
vuruştu ama sonuç değişmedi. Büyük bir darbeydi.
Hemen ardından Balkan Harbi patladı. Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan bize karşı birleşip savaş ilan etti.
Büyük devletler Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Avusturya, savaşı Osmanlı’nın
kazanmasından endişe ediyordu. Bu yüzden savaş başlar başlamaz açıklama yaptılar:
“Kim hangi toprakları kazanırsa tarafımızdan tanınmayacak, eski düzen aynen devam
edecektir!”
Savaşı yitirdik, topraklar elimizden gitti ama büyük devletlerden ses çıkmadı!
* * *
Balkan Harbi 1912 yılının ekim ayında başladı ve 1913 yılında bitti. Rumeli ve Balkanlar’da
saldırıya uğradık. Zaten çökmüş durumda olan ordularımız geri çekilmeye başladı.
Yüzlerce yılda kazandığımız Rumeli ve Balkanlar’ın tümü, birkaç ay içerisinde elimizden uçup gitti... Bosna, Makedonya, Bulgaristan, Arnavutluk, Üsküp, Manastır, Saraybosna, Yanya, İşkodra, Selanik, Edirne, her yer gitti.
Selanik tümen komutanı olan Tahsin Paşa isimli onursuz herif, kenti bir tek kurşun bile atmadan Yunanlılara teslim etti.
31 Mart 1909 irtica ayaklanması sonrasında tahttan indirilen Abdülhamit, Selanik’e sürgün edilmişti. Osmanlı’nın eski padişahının düşman ordusu eline geçmesi olacak şey değildi.
Selanik’e bir Alman gemisi gönderildi ve Abdülhamit, İstanbul’a getirildi.
Düşman orduları giderek yaklaşıyordu. Sınırda son kalemiz olan Edirne kuşatma altındaydı, uzun bir direnişten sonra Bulgarlara teslim oldu.
* * *
Savaş artık başkent İstanbul’a yaklaşıyor, Çatalca önlerinde devam ediyordu. Ordumuzun
komuta kademesinde okuma yazma bilmeyen ihtiyar komutanlar vardı.
Savaş planları kayıptı, İstanbul’da savaş başladıktan aylar sonra bulunabildi!
Telgraf hatları çalışmıyordu, ordunun haberleşmesi sıfıra inmişti.
Ordumuzda İttihatçı-İtilafçı kavgası kızışmıştı. Subaylar birbiriyle kapışıyordu.
Ordu açtı. Yetersiz donanma yüzünden Marmara Denizi’nden destek alamıyordu. Kış bastırmış, Trakya çamura bulanmış, toplar çamura saplanmıştı.
İşgal ettiği her yere camiler, medreseler, çeşmeler yapan Osmanlı, kendi öz yurduna yol yapmamıştı. Toplar yürümüyor, asker İstanbul’a 100 kilometre uzaklıkta açlıkla boğuşuyordu.
İşte size 26 ve 27 Aralık 1912 günlerinde perişan Mehmetçiğe verilen yemek listesi!
Sabah yağsız bulgur çorbası. Öğlen yok. Akşam 125 gram ekmek.
Ertesi gün sabah kurtlu bakla çorbası. Öğlen yok. Akşam yağsız bulgur ve 100 gram peksimet.
Birkaç gün koyun kesip yedirdiler ama tuz yoktu. Tuz yerine peynir suyu verildi
Çilekeş Mehmetçik bu koşullarda vuruşuyor, yeniliyor ve ister istemez kaçıyordu.
Çamur deryası ve kış her yeri kaplamıştı. Perişan asker donuyordu.
* * *
Ordumuz Balkanlar ve Rumeli’yi yeni sahiplerine bırakıp kaçarken, en acı dram sivil halkta yaşanıyordu.
Rumeli’de yaşayan ata yadigarı, evladı fatihan milyonlarca Türk ve Müslüman yürüyerek veya kağnılarla anavatana kaçıyordu. İstanbul göçmenlerle dolmuştu.
Bunlara bakacak makam yoktu, barındıracak yer yoktu.
Büyük göçü sürdüren zavallıların başına her şey geldi. Çok acılar yaşadılar. Çoğu yollarda öldü.
İstanbul’da salgın hastalıklar patladı. Tam bir felaket yaşıyorduk.
İşte bu aşamada çok ilginç bir olay yaşandı ve şans ilk kez yüzümüze güldü.
Yunanlılar ve Bulgarlar bizden aldıkları toprakları paylaşamıyordu.
Kapıştılar, aralarında savaş çıktı.
Osmanlı bu fırsattan yararlanıp Edirne’yi geri almayı başardı.
Ama yüz yıllar boyunca kılıç zoruyla fethettiğimiz Balkanlar ve Rumeli, birkaç hafta içerisinde tümüyle elden gitmişti.
Burada bir gerçeği dile getirmekte yarar var:
Osmanlı güçlü olduğu dönemde ülkeler fethetmeyi başarmıştı ama hep kılıç zoruyla...
Ancak fethettiği yerlerin hiçbirini, Müslüman Arap ülkeleri dahil “Vatan”
yapamamıştı. Oralar bizim elimize eğreti geçmiş yerlerdi ve zamanı geldiğinde asıl
sahipleri tarafından geri alındı.
* * *
Sevgili okuyucularım, macera ve hezimet Balkan Harbiyle de bitmedi. Bu kez Alman entrikaları ile Birinci Dünya Savaşı’na balıklama daldık.
Balkan Harbi’nden hezimetle çıkan ordunun askerleri terhis edilmişti. Yaklaşık bir yıl sonra, 1914 ylında kapımıza bu kez Birinci Dünya Savaşı felaketi dayandı.
Sadece Çanakkale’de zafer kazandık, öteki cephelerin tümünde hezimete uğradık.
Almanlara yaranmak için Sarıkamış dağlarında on binlerce vatan evladını dondurarak öldürdük.
Bununla da yetinmedik! Yine Almanlara yaranmak için iki kez Sina Çölü üzerinden Süveyş Kanalı’na harekat düzenlendi ve ikisi de hezimetle sonuçlandı.
Bunlar olurken Rus Ordusu Doğu sınırımızdan girmiş, Ermeni çetelerle işbirliği yaparak Van, Bitlis, Muş, Kars ve Erzurum’u ele geçirmişti.
Rus Ordusu’yla işbirliği yapıp ordumuzu arkadan vuran Osmanlı vatandaşı Ermenilere karşı zorunlu göç (tehcir) önlemi, işte bu dönemde alındı. Alınmasaydı mahvolmuştuk.
Bu savaşta da şansımız güldü. 1917 yılında Rus komünist devrimi gerçekleşince, Rus Ordusu evine çekildi. Yoksa yine mahvolmuştuk!
* * *
Balkan Harbi’nde yaşadığımız kepazeliğin aynısını Birinci Dünya Savaşında Doğu cephesinde Rus Ordusu’na karşı yaşadık.
Yol yoktu. Osmanlı her yere camiler, mescitler yapmış, kaleler kurmuş ama öz
yurduna yol yapmamıştı.
İstanbul’dan Doğu cephesine gönderilen askerlerin oraya varması tam iki ay sürüyor, üstelik yol yokluğu nedeniyle cepheye mermi, silah, cephane, top, tüfek, ilaç, giysi gönderilmesi mümkün olmuyordu.
Bu aşamada başka isyanlar oldu, Araplar ayaklandı. İngiliz Ordusu ile yapılan savaşlarda Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Arabistan, Mekke, Medine elimizden çıktı. Zaten hiçbiri bizim için vatan değildi.
Sonuç: 30 Ekim 1918 günü Mondros teslim anlaşması imzalandı.
İki savaşın, Balkan Harbi ile Birinci Dünya Harbi’nin altı yıl içindeki kısacık sonucu:
Balkanlar, Rumeli, Arabistan ve Ortadoğu elden gitti. Kılıç zoruyla alınan ülkeler sahiplerine
devredilmiş oldu!
Balkanlar’dan milyonlarca insanımız anavatana sığındı.
Rumeli’den büyük perişanlık içinde akıp gelen göçmenlerin evlatları bugün çoğunlukla Trakya’da yaşıyor. Yurtsever insanlardır çünkü aileleri düşman görmüştür. Düşman
görenler her zaman daha yurtsever olur.
* * *
Ama iş Mondros’la da bitmedi. Başkent İstanbul, İzmir, Adana, Antep işgal altındaydı.
Osmanlı tükenmişti.
Vahdettin isimli hain padişah Sevr Anlaşması’nı imzaladı, Doğu ve Güneydoğu’yu
Kürdistan ve Ermenistan’a verdi. Sonra “Müslümanların halifesi” kimliği ile hiç
utanmadan İngilizlere sığındı. Türkiye’ye Ankara ve Konya kalmıştı. Osmanlı’nın cenaze namazı kılınıyordu.
İşte bu aşamada şans bir kez daha yüzümüze güldü:
Tanrı’nın bir armağanı olarak bu ülkeye Mustafa Kemal isimli bir kahraman, bir devrimci gönderildi.
Bugün ne yaşıyorsak onun sayesinde yaşıyoruz.
Özgürsek onun sayesinde özgürüz. Her şeyi sıfırdan başlattı, yoktan var etti.
Siz bakmayın O’na ve o dönemin asker ve sivil kahramanlarına çamur atmaya yeltenen bugünkü sahtekarlara ve soytarılara!..
Keşke tarihimizi biraz olsun bilselerdi!