Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde Kazımcan Karataş'ın gözünün altına atılan yabancı madde, aslında sadece bir futbol olayı değil, Türkiye’nin sosyal dokusundaki derin bir çatlağın sahaya yansımasıydı.
Kazımcan Karataş’ın gözünün altına isabet eden ve onu yaralayan madde, tribünden atıldı. Ama asıl mesele, bu taşın ya da metal parçasının nereden fırlatıldığı değil; bu şiddet eğiliminin toplumun hangi katmanlarından beslenerek sahaya ulaştığı.
Futbol, her zaman toplumun mikrokozmosu olmuştur. Tribünlerde ne yaşanıyorsa, sokakta, okulda, iş yerinde, hatta aile içinde yaşanan gerilimlerin yankısıdır. Türkiye’de son yıllarda artan sosyal şiddetin –sözel, fiziksel, psikolojik– stadyumlara sirayet etmesi şaşırtıcı değil. Şiddet, maalesef iletişim biçimimiz, sorun çözme aracımız haline geldi.
Bu noktada ceza sistemimizin yetersizliği devreye giriyor. Sadece futbolda değil, genel olarak şiddet suçlarında verilen cezalar, caydırıcı olmaktan çok uzak. Bir futbol maçında rakibe taş atmanın, trafikte kavga çıkarmanın, kadına yönelik şiddetin, sokak ortasında linç girişiminin sonuçları, topluma "bunun bedeli hafiftir" mesajı veriyor. Adalet sisteminin şiddet karşısında yumuşak kalması, şiddeti normalleştiriyor, hatta özendiriyor.
Stadyumdaki bu olayı sadece "birkaç kendini bilmezin işi" diye geçiştiremeyiz. Bu, kolektif bir sorunumuzun tezahürü. Medyanın dilinden siyasetin üslubuna, sosyal medyadaki nefret söylemlerinden gündelik hayattaki tahammülsüzlüğe kadar uzanan bir şiddet kültürüyle kuşatılmış durumdayız. Futbol da bu kültürün en yüksek sesle konuştuğu sahalardan biri.
Peki, ne yapmalı?
Öncelikle, şiddetin her türlüsüne karşı net, caydırıcı ve adil bir hukuki çerçeve şart. Futbol federasyonu cezaları, caydırıcı olmalı. Ama daha da önemlisi, genel hukuk sistemi şiddeti önleyecek şekilde işlemeli.
İkincisi, eğitim. Sadece okullarda değil, tribünlerde, medyada, sosyal platformlarda şiddetsiz iletişim kültürü yaygınlaştırılmalı. Futbol kulüpleri, taraftar gruplarıyla işbirliği yaparak sorumlu taraftarlık eğitimleri vermeli.
Üçüncüsü, dilimizi değiştirmeliyiz. Kazanmanın, üstün gelmenin, rakibi ezmenin değil; saygının, centilmenliğin, sportmenliğin değer olarak yüceltildiği bir futbol ve toplum kültürü inşa etmeliyiz.
Kazımcan’ın yarası sarılır, belki izi kalır. Ama asıl korkulması gereken, toplum olarak şiddet yanlısı bu kültürün derinleşerek kalıcı bir yara haline gelmesi. Bir sonraki maçta, bir sonraki sokak kavgasında, bir sonraki sosyal medya paylaşımında bu yara kanamaya devam edecek.
Futbol bir oyundur, hayat ise ciddi. Oyundaki şiddet, hayatımızdaki şiddetin habercisidir. Söz olarak attığımız şey birbirimize, taş olarak attığımız şey ise insanlığımıza zarar veriyor.
Değişim sahada değil, zihnimizde başlamalı.