Bazı fırsatlar vardır, kaçınca üzülürsün.

Bazılarıysa vardır ki, kaçınca ülkenin kaderi değişir.

Türkiye, F-35 programından çıkarıldığı gün işte tam da böyle bir fırsatı kaçırdı. Sadece bir savaş uçağından olmadık. Biz, bir çağdan olduk.

★★★

Lockheed Martin’in ürettiği F-35, gezegenin en gelişmiş savaş platformu. Ama aynı zamanda bir şey daha:

Dünyanın en büyük savunma sanayi iş birliği ağı. 1900 tedarikçisi bulunuyor.

Tam 2 trilyon dolarlık dev bir ekonomik organizma.

Başından beri parçası olan 8 ülke için sadece “güvenlik” değil, istihdam, teknoloji, üretim, ihracat demek.

★★★

F-35’i kullanan ülke sayısı şu an 20. Satılan uçak sayısı 1130.

Herkesin gökyüzünde yeri var. Bizim ise yere çakılmış bir kaderimiz.

Çünkü biz, katılımcıydık ama çıkarıldık.

Parasını ödedik ama uçağını alamadık.

Sanayi payını hak ettik ama sözleşmeler başkalarına gitti.

★★★

İngiltere, her bir F-35’in yüzde 15’ini üretiyor.

Danimarka’da tek bir şirket, şu ana dek 30 bin parça teslim etti.

Avustralya, 3.2 milyar dolarlık üretim kazancı elde etti.

Hollanda, iniş takımı üretiyor.

İsrail, uçağın beynine erişim kodlarını alıp kendi yazılımını, silahlarını entegre ediyor.

Ya Türkiye?
S-400 aldı. F-35’i kaybetti.

Üstelik bir de 12 milyar dolarlık potansiyel sanayi geliri elinden uçtu gitti.

★★★

Bugün Almanya, F-35’in gövdesini üretmeye hazırlanıyor.

İtalya, pilot kumandalarını geliştiriyor.

Kanada, Hollanda, Norveç, Belçika gibi ülkeler... Her biri, uçağın gövdesinden iniş takımına, aviyonikten pilot koltuğuna kadar onlarca kritik parçada söz sahibi. Hem sipariş veriyor hem üretim yapıyorlar.

Ama biz?

Biz Karadeniz’deki gemilerimizin F-35 uyumlu pistlerine martı konuyor mu diye bakıyoruz.

★★★

Üstelik şimdi işler daha da karışık.

Trump’ın yeni gümrük tarifeleri F-35’in maliyetini artırıyor. Şu an tek uçağın maliyeti ortalama 100 milyon dolar.

Programda kalan ülkeler, bu maliyeti paylaşarak ilerliyor.

Bizimse dışarıdan izlemekten başka seçeneğimiz yok.

★★★

Türkiye, F-35 masasından erken kalktı.

Yemek daha gelmeden...

Hesabı başkaları öderken...

Kazancı bölüşülmeden...

Bugün geldiğimiz yer:
Ne F-35 var, ne teknoloji transferi.

Ne üretim zinciri, ne gelecek vizyonu.

Geriye sadece şu cümle kaldı:

“Türkiye neyi kaçırdı?”

Cevap basit:

Devler Ligi’ne bileti kaçırdık.

Dünya, Weimar’a mı dönüyor?

İngilizce kitap okumaya meraklıysanız ya da Kindle’dan dünya gündemine dair nitelikli eserler arıyorsanız, size önemli bir önerim var: Robert D. Kaplan’ın Waste Land: A World in Permanent Crisis (Atık Ülke: Kalıcı Krizde Bir Dünya). Türkiye’de henüz yayımlanmadı ama küresel gidişata kafa yoran herkesin okuması gereken, sarsıcı bir kitap.

Kaplan, ABD’de sadece bir yazar değil, dış politika çevrelerinde fikirleri Pentagon’dan Beyaz Saray’a kadar dikkate alınan bir strateji uzmanı. Bu son kitabında ise I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sındaki Weimar Republic (Weimar Cumhuriyeti) örneği üzerinden bugünkü küresel dağınıklığı analiz ediyor. Ona göre dünyada ciddi bir leadership vacuum (liderlik boşluğu) yaşanıyor. Büyük güçler hem zayıf hem de içe dönük. Bu da sistemi daha da kırılgan hale getiriyor.

Dijital çağda krizler hızla büyüyor, toplumsal güven eriyor, kurumlar var ama otorite yok. Kaplan, bu tabloyu “küresel Weimarlaşma” olarak niteliyor: Demokrasi varmış gibi ama temsil duygusu eksik, seçimler yapılıyor ama istikrar yok.

Çözüm önerisi mi? Kaplan açıkça order and tradition (düzen ve gelenek) vurgusu yapıyor. Liberal moderniteyi sorgulayan, yer yer muhafazakâr bir perspektif bu. Ama çürüyen yapıların üzerine yeni bir dünya inşa etmek için önce bu yıkımı anlamak gerekiyor.

Soru şu: Eğer dünya bir waste land (atık ülke) haline geliyorsa, hâlâ sadece izleyici miyiz? Yoksa çoktan bu distopyanın figüranları haline mi geldik?