Biz kaç kişiyiz

Yaklaşık 20 aydır açık bir restoran var İstanbul’un Akaretler semtinde. Cihan Kipçak ve Üryan Doğmuş (evet, gerçek adı) isimli iki genç aşçı Türk Mutfağını yeniden yorumlamak için yola çıkmış, 35 kişilik Gile isimli bir yer açmışlar. Abartmadan, Türkiye’nin en iyi lokantası diyebilirim.
Uzun yıllardan beri ilk defa bir lokantadan gerçekten etkilenerek ayrıldım, ertesi gün uçağım olmasaydı tereddütsüz geri dönerdim.
Genç aşçılara verdikleri emeğin karşılığını alıp almadıklarını soruyorum: Sadece takdir edilmek için bu işi yaptıklarını söylüyorlar. Aslında yaptıkları Türkiye’nin yeme-içme kültüründeki çıtayı yukarıya çekmek. Benim olduğum akşam Gile’deki diğer tüm masalar yabancı müşterilerden oluşuyordu.
Kipçak ve Doğmuş bu lokantayı maddi beklenti olmadan işlettiklerini söylüyorlar, zaten bu kadar küçük kapasiteli bir yerde servet edinmek de mümkün değil. Beni Türk yemeğini yeniden yorumlama becerileri kadar heyecanlandıran, Türkiye’de zor da olsa hala yaratıcılığın bir şekilde hayat bulabildiğini görmem oldu.
Eğer biraz abartmama izin verirseniz, sırf Gile gibi bir yer sayesinde Türkiye’ye dair iyimser duygular beslemeye başladığımı bile söyleyebilirim.
Bizlerin, Beyaz Türklerin, son 10 yıldır Türkiye’ye dair yaşadığı en yoğun duygu yenilmişlik olmalı. Bilginin, yeteneğin, kültür ve görgünün hiçe sayıldığı, avamlaşmanın, cehaletin prim yaptığı bir cehenneme dönüştü bu ülke ve bizi yuttu. Giderek iyi eğitim sahibi olmanın, iyi bir aileden gelmenin neredeyse ayıp sayılmaya başlandığı, “elit” olmanın aşağılandığı bir kültür egemen olmaya başladı.
Buralardaki gericiliğe karşı çıkanlarsa çeşitli damgalarla sindirildi: Darbecilik, İslam düşmanlığı, başörtüsü karşıtlığı, Kemalist faşizm gibi etiketler yapıştırıldı. Bütün bunlar da kurulmak istenen Yeni Türkiye adına yapıldı.
AKP’nin isteklerini yapması için göreve getirilen bir yayın yönetmeni ilk iş patronunu Fatih Kadınlar Pazarı’nda büryan kebabı yemeye götürmüştü. Büryan, Anthony Bourdain’in de tattığı bir yemek ama buradaki amaç lezzet avcılığı değil, medya patronunu yeni Türkiye’ye adapte etmekti.
Peki geldiğimiz noktada savaşı büryan mı kazandı... yoksa... Yoksa Gile mi?
Türkiye’de son yıllarda en sık, doğrudan aşağılamayla birlikte, “Siz kaç kişisiniz ki” sorusunu duyuyorum. Ankara’nın otoriter yönetimi çeşitli sindirme yöntemleriyle hayatın her alanına egemen olduğu için Türkiye’de “bizden” hiç kalmadığı düşünülüyordu.
Oysa aslında Beyaz Türkler sayıca azalmıyor, aksine artıyor.
Mesela Kipçak ve Doğmuş yurtdışında eğitim görüp, yurtdışında çalışmışlar. İsteseler İsviçre veya Amerika’da kalmaya devam edebilirlerdi, oysa döndüler. Onlar gibi binlerce genç var.
Yakın zamana kıyasla Türkiye’de daha fazla yabancı banka, yatırım ve danışmanlık şirketi, beraberinde buralarda çalışan iyi okullarda okumuş nitelikli Türkler var. Eskiden 10-20 bin baskı bir kitabı bestseller yaparken şimdi Orhan Pamuk’un yeni romanı 150 binle piyasaya çıkıyor... Emin olun bu kitaplar Çukurambar’da okunmuyor, yine Nişantaşlılar alıyor.
90’ların sonunda vizyona giren “Titanic” 2.8 milyon izleyiciyi 181 haftada toplamıştı, bugün “Hobbit” ilk haftasında 643 bin kişiye ulaşıyor.
AKP’nin göreve geldiği ilk günlerden bugüne daha fazla yabancı marka, restoran, bar, yayınevi, hatta mizah dergisi var: Bütün bunlar iktidarın başarısı değil, yeni şehirli sınıfın tüketim alışkanlıklarının sonucu, talebi.
Elbette birkaç iyi lokanta ve yabancı film izleyen insan sayısındaki artış Türkiye için umutlanmaya yeterli değil. Aksine, Türkiye giderek daha karanlık, geleceği daha belirsiz bir ülke haline geliyor. Ama bir potansiyel olduğunu, bir alternatif için yeterli sayıda insan bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor.
Medya nasıl geri kaldıysa, siyaset de bu süreçte iflas etti. Ne referandumdaki yüzde 42’lik hayır oyu, ne Gezi direnişi kendisini ciddi bir alternatife dönüştürebildi.
Halbuki benzer itirazların yükseldiği İspanya’da direniş sonrası kurulan bir siyasi parti şimdi epey güç kazanmış durumda. Demek istediğim bir adım atılması için yeterli altyapının bizde de mevcut olduğu.
Bence gelin bu konuyu bir akşam Gile’de konuşalım. Türkiye’yi nargileci siyaseti batırdı, belki rafine edilmiş Türk Mutfağı kurtarır.

Hıncal Uluç’la bir cumartesi

Aynı keskin zeka ve kahkaha

Hıncal Abi’yle telefonda sözleşiyoruz
cumartesi öğlen buluşmak üzerine. Aşağı yukarı onun hareket alanını biliyorum, bilmediğim anlarda programını öğrenmek için sağ kolu Yasemin’den tüyo alıyorum.
“Cumartesi 4’te doğum gününe gideceksin, 7’de maç var” diyorum, o da şaşırıyor.
Yıllardır Etiler’de oturuyor Hıncal Uluç, ben de ona yakınım. “Ben seni alırım” diyor ve bilmediğim, bir daha yolunu çıkaramayacağım bir yere doğru ilerliyoruz. Yine tersten çakıyor, şaşırtıyor. Ancak kapısına gelince anlıyorum neden burayı seçtiğini... Öz Kilis... Hıncal Abi’nin memleketinin yemeğini yapan son yer.
Onun fotoğrafının altında bir öğlen yemeği yiyoruz... Bir başka çerçevede Mehmet Emin Karamehmet ve Osman Berkmen’in fotoğrafı var. Kendi kendime Osman Berkmen geldiyse burası gerçekten iyi yemek yapıyor olmalı, diyorum. Birazdan Berkmen’in kendisi de kapıdan giriveriyor. Tam 27 yıldır geliyormuş.
Hıncal Abi bıraktığım gibi... Aynı kahkahası, aynı keskin zekası, aynı gözlemleri.
Hiç eskimez mi, demode olmaz mı, geri kalmaz mı diye düşünüyorum.
Medyaya dair nokta atışları yapıyor, bütün tespitleri yerli yerinde. Siyasette bir tek Selahattin Demirtaş’ı beğeniyor. Diyorum ya, şaşırtmayı seviyor. Akşamları Jimmy Fallon’ı izliyormuş evde, tam ısınamamış. “Jay Leno’nun izleyicisinin yaşı yüksekti tabii, Fallon ise sosyal medyayı, gençleri tavladı” diyor. Israrla İnternet sitelerine bakmıyor, twitter’ın ne olduğunu biliyor ama bulaşmamaya kararlı. Ama iPad kullanmaya başlamış; kız kardeşi Serpil Gogen’in torununun fotoğraflarına bakıyor.
Yemekte bir hatıra fotoğrafı çektirelim, diyorum. “Selfie” diyor, o meşhur kahkahayı basıyor.
Dönüş yolunda Galerist’e uğruyoruz, Zeliha Berksoy bize annesi Semiha Berksoy’un eserlerinden oluşan sergiyi gezdiriyor. Hıncal Abi olmanın ayrıcalıklarından biri.
Bunu defalarca söyledim, ama söylemekten sıkılmayacağım: Hıncal Uluç’u tanımış olmaktan dolayı şanslıyım. Hepimiz onun paltosundan çıktık.

Gece notları

- Karaköy’deki Gaspar mönüsünü değiştirdi: Bu mekanla ilgili en büyük sorun bir türlü oturamayan mutfağıydı, halbuki Münferit’te aynı ekip çok iyi başarmıştı yemek işini. Şimdi Gaspar’da da en iyi bildikleri işi yapıyorlar: Ortaya paylaşmalık yemekler. Bazı şeyler ise değişmiyor: Belli bir saatten sonra masalar kalkıyor, müziğin sesi yükseliyor, barmenler robot gibi insan üstü bir hızla kokteyl yetiştiriyor.
- Herkes ama herkes Colonie’de. Görmek ve görülmek istiyorsanız tabii... Nitekim fotoğrafçılar da kapıya konuşlanmış durumda. Ama artık mönüsünde her şeyin olduğu lokantalara bir son versek: Colonie de bu kafa karışıklığından mustarip. Hemen her şeyde trüf yağı var, sanırım Türkiye yeni keşfetti. Sushi’den pizza’ya, Pekin ördeğinden hamburgere bol seçenekli bir mönü... Buna mozaik mi diyoruz kafa karışıklığı mı?
- Atiye Sokak herhalde Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’a son kazığı oldu. Kentin en pahalı ve en elit kısmına Kuşadası barlar sokağı kalitesinde bir yer kattı. İnsanın içinden geçesi gelmiyor, ama bir tek mekan için bu kaide bozulabilir: NOPA. House Cafe’nin kurucusu Ramazan Üren yine Autoban’la birleşip olağanüstü şık bir mekan yaratmış. Üstü açılıp kapanan bir sera gibi, devasa bir yer. Girince etkilenmemek mümkün değil. Mutfakta bir parça daha yaratıcılığa yer var, fiyatlar da azıcık oynayabilir ama girer girmez etkileyen bir mekan olduğu kesin.

1 film 1 albüm 1 dizi

Black Mirror: İngiltere’de fenomen olan dizi en çok “Alacakaralık Kuşağı”nı andırıyor. Bu distopik yapımın adı dizi ama her bölüm kendi başına bağımsız birer film. Ortak tema: Teknolojinin yarattığı yabancılaşma.
J. Cole: “2014 Forest Hills Drive” aslında bir adres, aynı zamanda da J Cole’un yeni albümünün adı. Zor zamanlar geçirdikten sonra, yaklaşık 10 yaşında annesiyle birlikte çıktıkları ilk evin adresi. Bir hip-hop albümü ağlatabilir mi? Albümün kapanışındaki 14.35’lik şarkının bir yerinde “Mamaaa” diye bağırıyor, siz karar verin.
Top Five: Chris Rock için ABD’nin gerçek siyah Başkan’ı denebilir, bu film için çıktığı promosyon turunda siyaset ve özellikle de ırkçılık hakkında öyle çarpıcı tespitler yaptı ki bir anda filozof seviyesine yükseldi denebilir. “Top Five” için görülmemiş bir promosyon yapıldı zaten; sadece basın değil, New York sokakları da Chris Rock’a büründü. Eleştirmenler ayakta alkışladı neredeyse. Ne yazık ki Türkiye’de vizyon tarihi gözükmüyor. Ve... Korsana da düşmemiş.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.