Geçtiğimiz haftalarda Birikim Dergisi’nde Doğancan Özsel’in ‘Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslâmi Rönesans Çabaları’ adlı yazısını hayli dikkat çekici buldum. Yazar, Rönesans’ın  (ve Rönesansların) dünya tarihinde tuttuğu yere ilişkin önemli bir kaynaktan (J. Goody, Rönesanslar, çev. Bahar Tırnakçı, İş Bankası Kültür Yay., 2015) yola çıkarak, halihazırda yaşadığımız siyasi konjonktürde, devlet elinden bir ideolojinin yaratılma çabalarını ve yerel idari birimlerce bu çabanın nasıl pompalandığını, etraflı denebilecek bir söylem analizi eşliğinde ele almış. Diğer bir değişle iktidarın, geri kaldığı kültür sahasına el atması ve bu alanda ‘eski’ye dair olanın yerine ‘daha eski’den esinlenen bir ideolojinin felsefe, sanat ve bilim kılıfı içinde ikame edilmesi ve fakat zihindeki ihtiraslarla sahadaki kapasitenin bir türlü birbirine denk düşememesi. Anladığım kadarıyla yazıda varılan nokta ise; bu çabanın beyhudeliği ve derinlikli gibi sunulmaya çalışılsa da aslında sığ bir felsefe gösterisinin ötesine geçememesi. Ne de olsa konuşma arasına felsefi kavramlar serpiştirme ile ciddi manada felsefe üzerine konuşmak ve tahlil yapmak arasında uçurum vardır. Entelektüelin alamet-i farikası da bu uçurumun derinliklerinde gizlidir.

TÜRKİYE’NİN FİKRİ GELECEĞİ

Özsel’in makalesinden hareketle, birkaç ay önce kaleme aldığım ‘80 Sonrası Türk İslâmcılığı Bir Entelektüel Tipi Yaratabildi mi?’ (15 Ocak 2018) başlıklı makalemi hatırlatmak isterim. Zira konu, hele hele şu seçim sonrasında ülkemizin geleceği bakımından önümüzdeki yıllarda ciddi ideolojik tartışmalara temel oluşturacak. İktidar sayesinde yüz yüze kaldığımız hâkim ideolog (ya da aydın, eskilerin deyim ile münevver) tipi ise entelektüelin tanımını ve toplumsal işlevini daha da hayati hale getirmekte. Neden mi?

Çünkü entelektüel her şeyden önce kurulu düzene, çıkar odaklarına ve güç tekellerine karşı milletin ve kitlelerin yanında durabilen, halk düşmanlarını, çeteleri, kanun ardına sığındığını sanan kanun tanımazları bedel ödemek pahasına eleştirebilen kişidir. Bunu yaparken de eleştirel düşünce tek dayanak noktasıdır. Araştırma yapar, sorgular, şüphe duyar, konuşur, sorular sorar ve bu uzun sürecin sonunda öneme haiz bir bilgi birikimini, kitle yayın organları sayesinde milletiyle paylaşır. Son tahlilde bu çaba, toplumun ilerlemesi, barış ve birlik içinde yaşaması ve kamuoyunun yalanlar yerine gerçeklerden haberdar olabilmesi için vazgeçilmezdir. Ancak bu yolla, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmek isteyen şer odaklarının önüne geçilebilir ve sağlıklı bir toplumsal ilişkiler bütünü tesis edilebilir.

EMİLE ZOLA VE ‘SUÇLUYORUM’

Tam da burada hatırlanması gereken, XIX. Yüzyıl’ın belki de en önde gelen entelektüellerinden Emile Zola ve O’nun, dönemin başbakanına yazdığı 13 Ocak 1898 tarihli açık mektubudur. Konu toplumsal bir histeriye dönüşmüş olan Dreyfus davasının adaletli bir şekilde sonuca bağlanması talebidir. Şayet bu yapılmazsa tüm Fransa, Almanlara askeri istihbarat sağlamakla yalan yere suçlanan bir subay olan Alfred Dreyfus üzerinden ciddi bir anti-semitizm (zira Dreyfus Yahudi idi) tuzağına düşecek ve belki de Almanya ile ciddi bir krizin eşiğine gelecekti. Sözü uzatmaya gerek yok, meraklısı için Zola’nın “Suçluyorum” adlı kitabı günümüz için de hayatiyetini korumakta.

İSLAMCI ENTELEKTÜEL DEĞİL ANCAK ‘İDEOLOG’DUR

Yukarıdaki tanım gereği, özellikle de 80 sonrası İslâmcı ideoloji (küresel ilişkileri başta olmak üzere), salt özgür ve eleştirel düşünce geleneği ile arasına koyduğu mesafeden ve bugün ayan beyan ortada olan iktidar ilişkilerinden dolayı ancak ideolog üretebilir. Başka bir deyişle, Nuri Bilge Ceylanlar, Fatih Akınlar, Fazıl Saylar ya da Zülfü Livaneliler yetiştiremeyeceği gibi (spordan ya da diğer sanat sahalarından hiç bahsetmiyorum), 80 öncesinin İslâmi sahada samimi bir şekilde kalem oynatan Cemil Meriçler, Sezai Karakoçlar, Nurettin Topçular gibi isimlerini de artık ortaya koyamaz. Varabileceği en yüksek nokta ancak bir bilgili adam tipidir. Çünkü artık iktidar elbisesini üzerine geçirmiştir. Mesele iktidarda kalarak, popülist ve popüler tarzda toplumu elden geldiğince dönüştürmek, tek bir ideolojinin neferleri haline getirmektir. Artık burada eleştiriye de entelektüele de tahammül yoktur. Tıpkı en büyük ideologlarından birinin söylediği gibi, “Çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyorum.” Demem o ki Siyasal İslâmcılığın hedefi çoğulculuk değil, muhayyel bir çoğunluğun diktasıdır. Demokrasi ise sadece buna giden bir trendir.

sozcu-banner-1