Öğrenciyim, deri hastalıkları staj dersinin ilk gününde yerlerimizi almış, hocanın gelmesini bekliyoruz. Kapıdan güler yüzlü, yağız, yakışıklı bir delikanlı giriyor içeriye. Davudi sesinin eşliğinde güzel bir Türkçeyle hepimizi selamlıyor. Sayısız anektodla harmanlandığı ilk dersini bitirdiğinde, ben merakla hocamın kim olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Çünkü, o sıralar da, tabii daha öğrenci olduğumuz için bilmiyoruz ama söyleniyor ki fakültede, Türkiye’nin en güçlü deri hastalıkları eğitim kadrosu mevcut. Başta benim için sadece birer isim olan birbirinden değerli hocalar var. Cevat Kerim İncedayı, Nevzat Öke, Ahmet Murat, Oğuz Lav ve Türkan Saylan. Benim deri hastalıkları staj dersimin hocası ise, tüm asistanlık yıllarım boyunca cerrahi eğitimimin yanında insan olmanın erdemlerini öğreneceğim OĞUZ LAV.

Değerli okurlar, mesleğim gereği sayısız ölüm gördüm. Çok ağır hasta olanın kaçınılmaz sonunu da, gencecik hiçbir şeyi olmayanınkinin ani kaybını da, evlatlarını çaresizlik içinde yitirenlerin acılarına da şahit oldum.. Tanıyayım, tanımayayım hiçbir ölüme karşı mekanikleşmedim. Mekanikleşmeyi de hiçbir zaman tecrübeyle bağdaştırmadım. Annemi de kaybettim, babamı da... Hepsinde bir parçam uyuştu ama serde yiğitlik var, hep dimdik durdum. Ta ki, geçen gün Hocam OĞUZ LAV’ın ölüm haberini alana kadar. Bu kez sarsıldım.

Çünkü, kendi yarattığım kişisel tarihimin en önemli mihenk taşlarından biri olan, hocamı kaybettim. “İnsan kalmadı artık” dediğimiz her durumun karşısında durabilecek niteliklere sahip bir insandı. Son derece geniş çevresi olan, insanı insan olduğu için seven bir yüreğe sahip ve herkesin çok sevdiği “OĞUZ HOCA”’ sıydı. Hiçbir zaman maddi bir beklentisi olmadı hocamın. Zengin, fakir diye bir ayrımı yoktu. Herkese koşardı. Hekimlik yaşamı boyunca muayenehanesi hiç olmadı.

Tam bir çelebiydi Oğuz Hoca. Bizim kuşağın idolü, abisi, babasıydı. Doktorluğunun yanında entellektüel donanımı, sanata düşkünlüğü, dostluklarıyla gerçek bir fikir adamıydı. O kadar sade bir yaşamı vardı ki yanındayken huzur duyardınız.

Birlikte sabah akşam çalıştığımız, izin günlerimizde bile birlikte hayatı göğüslediğimiz can dostumla yaklaşık 40 yıl abi-kardeş, baba-oğul olduk. Benimle ilgili konuşmaya başlarken “Evlat” diye hitap ederdi. 1981 yılında, yurt dışında ameliyat olmam gerektiğinde benimle birlikte Fransa’ya geldi. “Zahmet etme, yorulma” dediğimde ise “Evladım, herkes evladı için yurt içinde resepsiyon verir. Ben evladım için yurt dışında resepsiyon vereceğim”, demişti.

Şimdi kafamın içinde binbir anı. Hepsi tebessüm dolu, hepsi ilmek ilmek emek, hepsi hocam, hepsi ben, gurur, onur, ne derseniz artık. İnsan, sevdiklerinin ölümünün ardından kendine ağlarmış, derler “Ben ne yapacağım”, diye düşünürmüş. Doğru. Ben, bir dönemimi uğurluyorum . Defter kapandı. Yaşananlar artık tek bana ait. Daha kıymetli, daha hüzünlü. Vakit, son görev vakti.

Koca Çınar, hep yüreğimizde yaşayacaksın, yaşadığım sürece de her zaman anacağım. Ölmedin hocam. Derler ya “insanlar unutulunca ölürlermiş”. Unutmayacağım. Emanetlerine sahip çıkma, bende hocamı yaşatma zamanı...

Şairin dediği gibi;

“Bitmişse
Kızıllığını avuç avuç içtiğimiz şafaklar
Öğleler, ikindiler çoktan geçmişse
Bir akşamüstü garipliği
Sarmışsa her yeri
Güneş devrilmiş
Renkler solmuş
Sesler kesilmişse
Son kuşlar da geçip gitmişlerse ufuktan
Ve çiçekler
Bükmüşse boyunlarını dalgın dalgın
Bil ki ölüm saati gelmiştir...” Ümit Yaşar Oğuzcan