Osmanlı, 600 yıllık tarihi ve hükmettiği topraklar ile tarihin en önemli imparatorluklarından biri olmuştur. Bu başarısını ordusu kadar elbette yönetimine de borçludur.

Osmanlı hanedanlığı, iktidarını muhafaza etmek için toplumsal birlik vurgusunu ümmet anlayışı üzerinden kurguladı. İktidarı ellerinde tutanlar, egemenliklerinin sorgulanmaması adına ideolojik dayanak üretmek zorundaydılar. Bu dönemde dünyanın tüm devletlerinde iktidarlar meşruiyetlerini doğrudan dinden almaktaydılar. Dönemin her devletinde olduğu gibi Osmanlı’da da ayrıcalıklı sınıflar vardı. Bu sınıfın çıkarlarını koruyan ve halkı buna razı edecek olan ise kaynağını ancak dinden alan bir hukuk-yönetim sistemi olabilirdi. Din temelli toplumsal kurumlar (tarikatlar, cemaatler vb.) hür iradeye dayanan düşünce ve çözümlerin önünü keserek toplumu yönlendirmede iktidarın araçları konumundaydılar. Diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim sistemi olan mutlak monarşi altında iktidara yani hanedana muhalif olmak demek doğal olarak isyancı, ayrılıkçı olmak anlamına geliyordu; egemenlik hanedanlığındı, onun değişmesi devletin değişmesi demekti. Bu sistemde doğal olarak muhalefetin varlığı söz konusu olamazdı.

MUHALEFETİN YERİ

Ak Parti 17 yıllık iktidarında yönetimde Neo-Osmanlı modelini benimsedi. Peki, 21. Yüzyılda bu imparatorluğun yönetimini örnek almak doğru bir strateji olur mu?

Türkiye’nin yönetim biçimi cumhuriyettir. Egemenlik; bir hanedanlığa ait değil, 1921 tarihli ilk anayasamız olan Teşkilat-ı Esasiye’nin ilk maddesinde belirtildiği üzere “bilakaydüşart milletindir”. İktidar da, muhalefet de bizzat millet tarafından belirlenir. O halde muhalefete isyancı gözüyle bakılamaz, bilakis muhalefet, iktidarı ele geçirmenin tek meşru yoludur.

EGEMENLİĞİN BÜTÜNÜ

31 Mart yerel seçimlerinde AK Parti ve MHP’nin kullandığı siyasi retorikte, muhalefette bulunan siyasi partilerin isimlerinin bölücü terör örgütleriyle birlikte anılması, meşru iktidar yolu olan muhalefetin önünün tıkanması anlamına gelmektedir. Ötesi, devleti daha iyi yönetme iddiasıyla iktidara talip olan muhalefet partilerini destekleyen vatandaşların, terör örgütlerinin bir takım unsurlarını desteklediği iması ortaya çıkmaktadır.  Seçimin ardından Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı ile ilgili açıklamalar, seçim öncesindeki tavrın değişmediğini göstermektedir. Hele ki CHP’nin o bölgede aldığı oyu vurgulayarak, Kılıçdaroğlu’nun o ilçeye gitmemesi gerektiğini söylemek egemenliğin bölünmezlik ilkesine aykırıdır. Bu mantıkla Türkiye’nin en büyük ilçesi olan, tüm partilerin genel merkezlerinin, TBMM’nin, bakanlıkların ve hatta hemen hemen bütün siyasilerin konutlarının bulunduğu Çankaya’da CHP haricinde bir parti temsilcisinin gezmemesi gerekir. Anayasamızın 80. maddesinde belirtildiği üzere; TBMM üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil eder. Bu maddenin varlığına dair bir bilgi bile bu tarz saçma mantıklar kurulmasını önlemeye yeter.

PARTİLİ CUMHURBAŞKANI

Tüm bu söylemlerin arasında Erdoğan’ın “Türkiye İttifakı” kavramını dile getirip, 82 milyonu kucaklayan bir anlayışla hareket edileceğini söylemesi yıllardır gerilen Türkiye siyaseti açısından önem arz etmektedir. İlk bakışta, 82 milyonu kucaklayacak bir ittifakın ancak tüm siyasi partilerin katılımıyla olabileceği izlenimi doğsa da bana göre Erdoğan’ın kastettiği pratik değil teorik yani daha kavramsal bir ittifak. Erdoğan, geçmişte ve gelecekte önem arz eden, farklı tanımlamalardan dolayı sert ayrılıklar doğuran bazı kavramlarda, en azından tanımsal olarak asgari müşterek sağlamayı amaçlıyor olabilir. Ancak iş pratiğe döküldüğünde partili Cumhurbaşkanı sistemi 82 milyonu kucaklamada ne denli başarılı olabilir? İşte bu soru çok önemli.