Din, bireyin varlığa ve hayata bakışında etkili olmak için vardır. İnanan kişinin, doğuracağı sonuçlar açısından yaptığı eylemleri uhrevi ve dünyevi şeklinde keskin ayrımlar yaparak değerlendirmesi doğru değildir; örneğin susamış bir köpeğe verilen su ile kılınan namazdan beklenilen sevap arasında fark yoktur. Sonuçta söz konusu rıza ise her ikisi de iyi ameldir.
Öte yandan dinin bütünlüğü içinde düşünüldüğünde, başkalarının haklarını gasp ederek, haram lokma yiyerek, herhangi bir canlıya zarar vererek yapılan ibadetler hiçbir amacı olmayan sıradan bir eyleme dönüşür. Keza kamu malından türlü yollarla çıkar sağlayanların verdiği zekâtlarla sevap işlediğini düşünmesi doğrudan dinin sahibine hakarettir. Bir din, bir ahlaki öğreti, çalıp çırpsan da zekât ver-sadaka ver böylece günahından temizlenirsin der mi? Hukuken suç ve yanlış olan her şey Tanrı katında da hem suç hem günahtır.

ASIL OLAN ZARAR VERMEMEKTİR

Kaldı ki suç teşkil eden ve varlığa zarar veren şeyleri terk etmek sevap işlemekten önce gelir. Geleneksel Müslümanlıkta en az işlenen konulardan biridir bu. Zarar tazmini olmadan, helallik alınmadan yapılan tövbenin anlamsız olduğunu, İslam’ın kul haklarına bakışından biliyoruz. Ayrıca ahlak tam da kamusal alanda ortaya çıkar. Etik değerleri dikkate almayan başörtüsü, namaz ve oruca indirgenmiş Müslümanlık anlayışı  (buna şaşalı umreleri de dâhil edin) ‘ibadetlerin bir hedefi yok mudur’, ‘ibadetler düşünme ihtiyacı doğurmaz mı’ gibi soruları beraberinde getirir.

DÜŞÜNMEYE SINIR KONULAMAZ

İbadetleri cennet-cehennem kavramları içine hapsetmek ve ‘öde kurtul” yaklaşımı içinde bir borç edasıyla yerine getirmek, ibadetin mahiyetine uygun düşmez. Eğer söz konusu Allah rızası ise Allah ile varlık arasındaki ilişkiyi kurup ve buna göre davranış modelleri oluşturmak düşüncenin konusudur. Düşünmenin bizzat kendisi bir ibadet olduğuna göre -ki yüzlerce ayet var- ibadet salt formdan ibaret olamaz. Kur’an’daki düşünce ayetlerini, sadece din üzerinden ele almak ise Allah’ın bize verdiği melekeleri ve aklın merhalelerini ve fonksiyonunu hiçe saymak demektir. Düşünme emri, düşünmenin tüm içerimlerini ve bileşenlerini kapsar, aklını şuraya kadar kullan, şuradan ötesi yasaktır gibi bir mantık düşüncenin önüne konulamaz. Dolayısıyla düşünme, olup bitenler hakkında ve doğadan hareketle olacaktır, bu da bilim demektir. Kaldı ki, Kur’an’ın ilk muhatapları düşünmeyi dini düşünceye indirgemiş olabilirler. Ancak günümüz insanı, içinde bulunduğu zaman ve mekânın imkânları içinden söylemini oluşturmak durumundadır. Zira söylem bizim anlam kuşağımızdır; dil, kültür, tarih, coğrafya perspektifi birlikte işler, zaman ve mekân değiştiğinde ise anlama perspektiflerimiz de değişir. Haftaya devam edelim.