Nobel ödüllü yazar Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” isimli romanını okumadıysanız, bugünlerde tam sırasıdır, öneririm.

Çünkü, herkesin işleneceğini bildiği, ama sustuğu, gözyumduğu, engellemek için kılını bile kıpırdatmadığı, gerçek bir cinayeti anlatır.



Sonu...

Taa en başındadır.

“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için, saat sabah 05.30’da kalkmıştı” diye başlar.



Yani aslında, kimin öldürüleceğini, ne zaman öldürüleceğini, bismillah daha en başından, ilk cümlesinden, okurlar da bilir.

Sır değildir.

Sürpriz yoktur.

Öldürülecek belli.

Ama son cümlesine kadar merakla, hayretle okunur.



Türkiye’de şu anda yaşanan, Kırmızı Pazartesi’dir.



Vatandaş e-posta gönderiyor mesela...

“Huzurevinde yaşayan annesinde koronavirüs çıktığını, aynı huzurevinde onlarca yaşlıya virüs bulaşmış olduğunu, beş kişinin hayatını kaybettiğini, kalpten öldü, yaşlılıktan öldü gibi gerekçelerle toprağa verildiklerini” açık açık anlatıyor. Huzurevinin hangi şehirde olduğunu yazıyor, daha fazla detay istersem diye telefonunu veriyor.

Ama mesajının sonuna şu cümleyi ekliyor:

“İsmimi kimseyle paylaşmamanızı rica ediyorum.”



Bir başkası yazıyor... “Babamı koronavirüsten kaybettik, üniversite hastanesinde vefat etti, doğal ölüm dediler, itiraz ettik, koronavirüs prosedürüne girersek cenazeyi hemen alamayacağımızı söylediler, mecburen kabul ettik, babamla beraber aynı anda dokuz cenazeyi defin için yolladılar, sırf öğlene kadar durum buydu, cenaze taşıyan şoförler neredeyse taksiler kadar yoğun çalıştıklarını söylüyorlar” diyor. Hangi üniversite hastanesi olduğunu yazıyor, kendisine bilgi veren şoförlerin hangi belediyenin personeli olduğunu yazıyor, hatta cenazelerin çıkarılışı sırasında kaydettiği videouyu bile gönderiyor.

Ama mesajının sonuna ekliyor:

“İsmimi kimseyle paylaşmayın lütfen.”



Sadece İstanbul ve İzmir’den değil, Konya’dan Rize’den Gaziantep’ten Bursa’dan vaka vaka mesaj yağıyor.

Kimisi ailece hastanede yaşadıklarını anlatıyor, kimisi morgta gördüklerini fotoğraflıyor.

Her öykü farklı, ama her mesaj aynı bitiyor:

“İsmimi saklı tutun.”



Mesajlar acaba doğru mu araştırıyoruz, istisnasız hepsi doğru.

Huzurevi de doğruluyor, üniversite de, belediye de.

“Hayır yok” diyen yok.

Ama mikrofona “evet var” diyebilen de yok.



Annesini toprağa veriyor.

Göz göre göre babasını kaybediyor.

Hâlâ konuşmaya cesaret edebilen yok.



Başıma iş açılır korkusu öylesine bulaşıcı ki, insanlara annesinin babasının ölümünden bile daha korkutucu geliyor.

Herkes biliyor, herkes susuyor.



Kırmızı Pazartesi’dir bu.



Sonu, taa en başından bellidir.

Toplumun gerçeklerle arasına sosyal mesafe koyması, sosyal cinayettir.