Balkondan sokağa bakıyorum...

Kargo kuryeleri vızır vızır, bir o yana bir bu yana geçiyorlar.

Bana göre, yerden metrelerce yüksekliğe gerilmiş ipin üstünde bisiklet süren gözüpek cambazlar onlar.

Üç kuruş maaşla ölüm riski arasındaki bıçak sırtında yaşıyorlar.

Çalışırlarsa, ölme ihtimalleri var.

Çalışmazlarsa, eve ekmek götüremiyorlar.

Bu hayati dengede aslında, hayatta kalmaya çalışıyorlar.



Sağanak yağmur var mesela, şehri sel basıyor, o anda olmazsa olmazmış gibi parmak arası terlik filan sipariş ediyoruz internetten, kurye getiriyor... O feci yağmurda motorla geldiği için bahçe hortumuyla yıkanmış gibi, tepeden tırnağa sırılsıklam, tekerleklerin sıçrattığı çamurlar süzülüyor, üstünden başından.



Hoyrat bir ses tonuyla şuraya bırak diyoruz, paspasın kenarını işaret ederek, lütfedip suratına bile bakmadan... Sakın paspasın üstüne koyma kutuyu, sana bulaşırsa bulaşsın da, aman paspasımıza virüs bulaşmasın!



Mesaimiz biteli beş saat olmuş mesela, gece vakit pijamayla otururken canımız krem şokola çekiyor, gidip almaya kalksak, pastane alt tarafı on dakika mesafede ama, maazallah virüs kaparız, cep telefonundan sipariş ediyoruz, on dakika mesafedeki pastaneden beş dakikada getirmedi diye kuryeyi fırçalıyoruz!

Supermen çünkü kurye, uçması lazım.



Salgının yeni başladığı dönemde çekilmiş bu fotoğrafa bakarak yazıyorum bu satırları... Bir kurye arkadaşın elleri.

Her gittiği adreste eldivenini çıkartıp eline dezenfektan sıktıkları için, avuçları bu hale gelmişti. Çerçevelettim, masama koydum.

Sizler de lütfen, bu fotoğrafa bakarak okuyun bu satırları.



Mehmet Ali.

40 yaşındaydı.

Bu yaşında kim iş verir?

Başka çaresi olmadığı için motorlu kurye olarak çalışıyordu.

Annesi 80 yaşında.

Babası 90 yaşında.

Mehmet Ali’nin eline bakıyorlardı.

Oğullarının asgari ücretiyle geçinmeye gayret ediyorlardı.

Kendini bildi bileli işsiz kalmaktan, boğaz tokluğuna çalışmaktan, üstüne, annesine babasına bakmak zorunda olduğundan, günyüzü görmemişti, evlenmeye, yuva kurmaya imkan bulamamıştı.

Yüreği tertemiz bir insandı ama, hayat ona hiç adil davranmamıştı.

Bir hafta önce, İstanbul Çekmeköy’de teslimat yapacaktı, kargonun üstündeki adres eksikti, alıcı telefonu yazıyordu, bana ne birader, kendileri gelip alsın diyerek depoya geri götürebilirdi, öyle yapmadı, her zaman olduğu gibi yine insan gibi davrandı, yardımcı olmak istedi, karşısındakine insan muamelesi yaptı, alıcı numarasına telefon etti, adresi sordu, teslimat adresine geldiğinde, alıcı hışımla çıktı, kargosu geç geldiği için sinirlenmişti, yumruğu patlattı.

Gariban Mehmet Ali düştü.

Düştüğü yerde kaldı.

Beyin kanaması geçirmişti.

Beş gün komada yattı.

Son nefesini verdi.



(Komşusunu tartaklayan Halil Sezai derhal tutuklanıp, 13 sene hapsi istenirken... Mehmet Ali’yi komaya sokan maganda serbest bırakıldı.

Mehmet Ali beş gün sonra ölünce, lütfedilip anca tutuklandı.)



Herkes ne diyordu salgın başladığında?

Gözle görülemeyen minicik virüs bütün dünyayı dize getirdi, salgın sayesinde insan olduğumuzu hatırladık, düşman devletler bile birbirinin yardımına koşuyor, artık birbirimize daha saygılı insanlar olacağız, hoşgörülü bir toplum olacağız filan deniyordu.



Güya hatırladığımız insanlık işte bu kadar.

Değil minicik virüs, Satürn bile dünyaya çarpsa, bi gıdım insan olmaya niyeti olmayanların ülkesi burası.