Aks yazılarımın sonuncusuna geçmeden, atılan mailleri-mesajları, dini-ideolojik yansımaları ve mahkûmlardan gelen mektupları dikkate alarak bir konuyu dikkatlerinize sunmak istiyorum:

Gençlik yıllarımdan itibaren tarihi, siyasi, sosyolojik, ekonomik ve dini alanda yaptığım okumalar, Türkiye devleti özelinde, devletin ülkesini, milletini, bürokrasisini, dilini ve toplumun inancını tefrikalaştırmanın müreffeh bir toplum olma yolundaki en büyük engel olduğu sonucuna baştan beridir vakıf oldum. Salt bu nedenden ötürü dahi 20.yy’ın siyasi temelli dini cemaatlerine-tarikatlarına karşı durdum. Toplum içindeki her türlü tefrikanın, devletin milletiyle birlikte ortak ve nihai hedefine bir yıldırım gibi düşmesini engellediğini gördüm.

ATATÜRK SONRASI ANALİZİ

Geçen hafta elime ulaşan mektuplarda (bazıları çok önce yazılmış) özellikle biri oldukça dikkat çekiciydi. Kullanılan üslup, ifadeler, yazıma getirdiği bilimsel eleştiri gönderenin kim olduğunu merak ettirdi. İşin daha da garibi hangi davadan yargılandığını tahmin edebilmemdi. Kendini yetiştirebilecek kapasiteye sahip binlerce vatandaşı terörle iltisaklı hale getirecek ortama biz nasıl mani olamadık? Bu ülkenin en kıt kaynağı beşeri sermayeyken bir şeyler üretmeye ve kullanmaya elverişli insanları emperyalist maşaların tutmasına neden izin verdik? Türk Milleti’ni tek ve kuvvetli bir ok gibi ileri en ileri fırlatacak bir yay ne halk içinde ne bürokraside ne de Atatürk sonrası iktidarda muteber oldu.  Rant mücadelesi, siyasi partileri umumun değil baskı gruplarının temsilcisi haline getirdi. Öyle ki, zümrelere, lobilere, sözüm ona cemaatlere ve hatta terör örgütlerine göz kırpıldı. O nihai hedefe olan uzaklık hatta alakasızlık gün yüzüne çıkmasın diye ideolojiler siyasi partilerin tekeline alındı. Bireysel düşünceyi, yeniliği, daha iyisini arzulayarak daha çok çalışma güdüsünü pasifize eden, mensuplarının azalmaması için kendinden olmayanı kötüleyen cemaatçi bir yapı milletin değil cemaatin ve mensuplarının çıkarlarını önceleyerek bir sarmaşık gibi toplumun bir kısmını sardı ve fikri ve vicdanı hür olmayan bir kısım gençliğe sebep oldu. Bir diğer tarafta bebek katili terör örgütünün üniversitelerdeki özgürlük adı altında marjinal yapılanmaları ve bunun sonucunda bilgi sahibi olmadan üç sayfalık uydurma manifestolarla fikir sahibi olan bir kısım gençlik... Bu stresli verimsiz ortamda büyük çoğunluk bu marjinal gruplara karışmamış olsa da kendilerine sağlanan şartlardan ötürü verimli üretime dahil olamadı, olamıyor. Son yüzyılda, günlük hayatta kullandığımız hangi ürünün teknolojisini, hangi ilacın formülünü biz bulduk? Girişime, gelişime ket vuran toplumsal yapımızın ve bunu körükleyen devlet politikalarının, büyük bir incelikle, hâkim ideolojilerden dini yapılara, örften âdete, davranış kalıplarından tüketim alışkanlıklarına, kent yaşantısından köy yaşantısına, zevklerden tercihlere kadar analiz edilmesi gerekmektedir.

DEMEM O Kİ

Türkiye’de geçmiş tecrübeler gösterdi ki, su akıp yolunu bulmuyor. Kendi haline bırakıldığında birileri suyun başını tutuyor. Toplumsal kapasite yeterince gelişene, bireysel ve toplumsal kararlar yeterli rasyonaliteye ulaşana kadar devletin hiçbir baskı grubunun tesiri altında kalmadan, sosyolojik anlamda düzenleyici ve denetleyici rol oynaması elzemdir. Burada en önemli husus, devlet aygıtının bireyleri ve toplumu daha rasyonel kararlar almaya sevk edecek her türlü hizmet ve şartı ve en önemlisi eğitimi sağlarken, en başta kendisinin rasyonel politika izleyebilecek kabiliyette olmasıdır. Bir diğer önemli husus ise bireyin hiçbir kişi ya da zümreye minnet duyguları besleyecek vasata mecbur kılınmamasıdır.