Geçen haftaki yazımızda Türk milliyetçiliğini; bir ırkın üstünlüğünden ziyade, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı her bir ferdin iradesinin, millete yabancı iradelere olan üstünlüğü olarak tanımladık. Bu tanım çerçevesinde milliyetçiliğin özü, fertlerin iradesini, milletinin lehine kararlar vermek için kullanması olarak değerlendirilebilir. Ancak bu noktada fertlerin doğru bilgilerle doğru amaçlara yönelmiş olmaları şartı gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi buraya dayanmaktadır. Doğru amaçlar millet şuuruyla kazanılacakken, doğru bilgi bilimin ışığında elde edilecektir. Doğru bilgiye ilim ve irfan ile ulaşılacağını aklını yitirmemiş herkes kabul eder. Mesele millet bilincinin ne olduğu veya gerekli olup olmadığıdır.

Günümüzde teknoloji vasıtasıyla dünyanın her bir coğrafyasında bulunan tüm kültürler sürekli bir etkileşim halindedirler. Bu etkileşim doğal olarak veya kimi zaman asimilasyon politikalarıyla bazı kültürlerin baskın hale gelerek diğerlerini dönüştürmesine olanak tanır. Kültürünüzü asimile olmaktan kurtaracak iki inhibitör vardır: Din ve millet bilinci. Sağ muhafazakâr yani korumacı ideolojiler bu iki kavramı sıklıkla kullanır. Yanlış yorumlanmaya çok açık olan bu iki kavram ve bu iki gerçeklik maalesef çoğu zaman ilerlemenin de inhibitörü olurlar. Eğer diğer milletlerin yalnızca kendi çıkarlarını düşünmekten vazgeçip dünyadaki her bir insanın çıkarlarını eşit derecede gözeteceklerine ufacık bir ihtimal verseydim burada dünya vatandaşlığının en tutkulu savunucusu ben olurdum. Ancak bir galon petrol için bin galon insan kanı dökenler ortadayken bunları düşünmek en hafif ifadeyle masum bir aptallık olur. Bugünün şartlarında, başka milletlerin hakkını gasp etmek için değil kendi hakkınızı gasp ettirmemek için millet bilinci gereklidir. Çünkü toplumun (cemiyetin), bireylerin (fertlerin) toplamından fazlasını ifade ettiği ispata dahi gerek duymayan bir gerçekliktir.

DÜNYA VATANDAŞLIĞIYMIŞ!

Buradaki en mühim nokta cemiyetçilik ile bireyciliğin arasındaki bıçak sırtı dengedir. Cemiyeti her anlamıyla bireyin önüne koymak, bireyi toplumsal şartların kuklası haline getirir. Nitekim bugün Türkiye’nin bir bölümünde yaşanan budur. Diğer taraftan toplumu kutsallaştırmak onun sömürgeci, hileci, kan emici bir cemiyet olması halinde bile fertleri tarafından alkışlanmasıyla sonuçlanır. Ne gariptir ki fertçiliği (dünya vatandaşlığı ya da bireycilik diye diye) tepsiyle bize sunan bugünün sömürgecileri esasen cemiyetçi milletlerdir.

Bireyciliği her anlamıyla cemiyetçiliğin önüne koymak ise toplum bağlarını zayıflatır. Kişinin sadece kendi çıkar ve arzularını düşünerek yaşaması onun sadece ve sadece kanunlar vasıtasıyla sınırlandırılabilmesine yol açar. Kişisel çıkar elde edemeyeceğini düşündüğünde ise eyleme geçme güdüsü bulunmaz. Türk siyaseti son dönemde millet kavramının yerine seçmen kavramını koymuş, bu ise bir nesli bireyciliğe doğru itmiştir. (Etnik kökenin öne çıktığı seçmen kavramları da (Kürt seçmen gibi) bu cümledendir.)

Anadolu’da bin yıllık bir tarih, millet olmak için verilmiş kanlar ve emekler... Ve bugün...