Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, hayat pahalılığının sorumlusu olarak zincir marketleri göstermesi üzerine, ben de araştırmacı gazetecilik ruhuyla yollara düştüm. Sokak sokak çarşı pazar gezdim. Marketlere girip çıktım.

Önce Çekmeköy pazarına girdim. Pazarların insanı cezbeden garip bir yönü var. Kim bilir belki de seçebilme özgürlüğü insanları cezbediyor.

Öyle insanlar tanıyorum ki pazarlara gitmekten, alışveriş yapmaktan, hatta bir lira ucuza almak için bile pazarlık etmekten şiddetle keyif alıyorlar. Doğrusu bana göre bir iş değil ama ben de tüm fiyatları kıyaslamak istedim. Çekmeköy pazarının ilk tezgahında durup not almaya başlamamla esnafın benden kıllanmaya başlaması bir oldu. Doğrusu kimseyi rahatsız etmek istemezdim. Sadece fiyatları, market fiyatıyla kıyaslamak için not alıyordum. Zaten her an başlarına bir fenalık geleceğinden korkan pazarcı esnafı, beni de gizli bir görevli zannetti zaar.

Sadece birkaç saniye içinde, pazardaki varlığım tüm esnafa yayılmış olacak ki; birbirlerini dürterek beni gösteriyorlardı. O an alabileceğim en kötü kararı aldım. Kimseyi daha fazla rahatsız etmeme adına, uzun uzun not tutmaktansa, fiyat etiketlerin fotoğrafların çekmeye başladım. Aynısını, marketlerde de yapacak ve kimseyi rahatsız etmeden kıyaslama yapabilecektim. Fakat bu pazarcı esnafını daha da rahatsız etti. Kendimi nasıl anlatabileceğimi düşünürken, bir vatandaşımızın “Erdoğan Bey, SÖZCÜ TV ne zaman yayına girecek?” diye sorması beni kurtarmış oldu. Neticede çevredekiler, herkesi not eden bir tuhaf görevli değil de sadece etiketleri kıyaslamak isteyen bir gazeteci olduğumu kısa sürede anladılar. Onlar da rahatladı ben de.

Pazardan çıkıp anlı şanlı marketleri de dolaştım. Tek tek etiketleri not ettim. Doğrusu sokak aralarındaki insan canlısı, cıvıl cıvıl pazarlardan çıkıp soğuk ve mekanik marketlere girmek bile insanı rahatsız ediyor.

Sonuç olarak pazardaki fiyatlarla, haklarında soruşturma açılan market etiketleri arasında çok acayip fark da göremedim. Elbette benimki sadece basit bir kıyas ve gözlem.

Fakat her kesimden herkes hayat pahalılığından şikayetçi. 20 yıllık bir iktidarın, fiyatların yükselmesinin sorumlusu olarak zincir marketleri göstermesinin siyasi tarihte başka bir örneği var mıdır bilemiyorum.

Vatandaşın gündemi hayat pahalılığı, sürekli artan gıda fiyatları.

Başkanlık sistemi değişir mi?


Seçim yaklaştıkça, özellikle iktidara yakın medyada, başkanlık sisteminin değişmesi üzerine çok ilginç yazılar çıkıyor. Tüm bu yorumların sadece bir tesadüf olduğuna inanmıyorum.

Hani öyle ki, iktidar kanadından bir anda, “Tamam başkanlık sistemini kaldıralım” diye bir açıklama gelirse şaşırmam yani.

Her ne kadar Millet İttifakı, tüm kampanyasını ‘parlamenter sisteme dönme’ üzerine kursa ve bunun garantisini de verse, yine de çok kolay olacağını düşünmüyorum...

Çünkü... Zaten sıkıntılı olan bir sistemi, güya değiştirme adına, tüm sinir uçlarına tek elden dokunuldu. İlgili uyum yasalarının çoğu vaat edilmesine rağmen çıkarılmadı. Neticede ortaya çıkan sistem, güya Türkiye’ye özgü ama hiçbir sorunu da çözemeyen, aksine ülkeye sorunlar yumağını miras bırakacak olan bir sistem.

Böyle bir durumda... Sadece bir iki yıl içinde güçlendirilmiş parlamenter sistemin yeniden inşa edilebileceğine inanmıyorum. Edilse bile, birçok sorunun yanı sıra, başkanlık sistemi ve partizanlık ruhu  ile inşa edilmiş yargı sistemi, yeni oluşacak iktidarı çalıştırılmayacaktır.

Ayrıca... Bugün ısrarla, ne olduğu bile belli olmayan bu tek adam sistemini, ülkeye büyük bir hizmet olarak sunanların, bunu destekleyenlerin, yarattıkları bu sistemin ne menem bir şey olduğunu pratikte görmek zorunda kalacaklar.

Demem o ki, Türkiye’de yaşayan her canlı, yaratılan bu tuhaf sistemin nasıl bir şey olduğunu görecek, iyice anlayacak ve yaşayacak. Çünkü... Bu sorun öyle kolay kolay çözülüp, “Hadi artık eski sisteme dönüyoruz” diyerek şen şakrak U dönüşü yapılacak bir sorun değil.

Elbette benimki bir tahmin. Fakat bazı arkadaşların dediği gibi, “Cumhurbaşkanı güncel siyasete asla karışmamalı” şeklindeki önermelerin gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor.

Nüfusumuzun yüzde 10’u üniversite öğrencisi


Üniversitelinin yurt sorununa başka bir açıdan daha bakmak lazım.

Türkiye’de üniversitede okuyan öğrenci sayısı, geçen yıl itibarıyla 8 milyon 240 bin 997. Başka bir deyişle nüfusumuzun  yüzde 10’u şu an üniversitede öğrenim görüyor.

Oysa meslek eğitimleri canlandırılmış, desteklenmiş olsa durum böyle olmayacak. Fakat bizim ülkemizde herkesin üniversite mezunu olması gibi bir gereklilik var. Üniversite okumayan neredeyse adam yerine konulmuyor. İki yıllık meslek yüksekokulu mezunları askere, dört yıllık üniversite mezunu haklarıyla gidemiyor mesela. Hal böyle olunca üniversiteli sayısı da arttıkça artıyor.

Hadi gelin bu rakamı gelişmiş bir Avrupa ülkesi olarak Almanya ile kıyaslayalım. Almanya’da geçen yıl itibarıyla kayıtlı üniversiteli sayısı  2 milyon 900 bin. Yani ülkemizde Almanya’daki üniversite öğrenci sayısının 2.5 katı var.

Elbette ki bu durum plansızlığın ve programsızlığın bir sonucu. Sayılar böyle olunca, barınma da sorun, istihdam da sorun olarak karşımıza çıkıyor elbette.

Üniversiteler ve üniversite eğitimindeki kalite  -özellikle son yıllardaki- akademik tez konusu.

Barınamayanlar tutunamayanlar


Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin barınma isyanı sürüyor. Her ne kadar “Yok canım bunlar ajan. Bunlar provokatör. Bunlar öyle, bunlar böyle” diyenler olsa da durum apaçık ortada. Bu çocuklar barınamıyor. Ayrıca... Hepimiz biliyoruz ki; yurt üniversiteliler için büyük sorun, mevcut yurtların fiziki koşullarında da eksiklikler çok. Zaten Türkiye’de hayat çizgisi şöyle gidiyor: Barınamayanlar- Atanamayanlar- Çalışamayanlar- Tutunamayanlar...

Öğrenciler barınma sorunlarına
çözüm talebiyle eylem yapıyor.


Üniversitede barınma sorunu yaşıyorsunuz. Mezun olup devlet kademelerinde atanmayı bekliyorsunuz ama atanamıyorsunuz.

İşsizlik oranı gittikçe artıyor ve çalışamıyorsunuz.

Sonra kendinizi TUTUNAMAYANLAR listesinde görüyorsunuz.

Çok mu karamsar bir yaklaşım oldu?

Tabii siyasi bir bağlantınız varsa, yani iktidar partisine üyesiyseniz durum farklı.