Bugün 1 Kasım; saltanatın kaldırılmasının tam 99. yılı... Cumhuriyetin ilanı, saltanatın kaldırılmasıyla mümkün oldu. Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı birbirini tamamlayan iki büyük devrimdi.

Cumhuriyetlerde hem saray hem meclis olmaz; saray ve meclisin yan yana olduğu yönetim biçimi cumhuriyet değil, meşrutiyettir. (Meşrutiyet, “şartlı yönetim” demektir). Meşrutiyetlerde “Egemenlik kayıt ve şartla milletindir.” Burada kayıt ve şartı yaratan saraydır/sultandır. Cumhuriyetlerde ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Millet egemenliğinin temsil edildiği yer ise saray değil, meclistir. İşte 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla millet egemenliğinin önündeki “kayıt ve şart”ların en büyüğü ortadan kaldırıldı. Böylece kayıtsız şartsız millet egemenliğinin; cumhuriyetin yolu açıldı.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal Paşa, mecliste konuşma yaparken.


KOYUN SÜRÜSÜ (RAİ VE REAYA)

İstanbul’un işgal edildiği gün, 16 Mart 1920’de Meclisi Mebusan Başkan Vekili Abdülaziz Mecdi Efendi, Konya Milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve Sivas Milletvekili Rauf (Orbay)’dan oluşan bir heyet, Yıldız Sarayı’nda Padişah Vahdettin’in huzuruna çıktı.

Görüşme sırasında Rauf Orbay, “Padişahım, millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınızı kurtarmaya azmetmiştir...”dedi. Bu sözler üzerine ayağa kalkan Padişah Vahdettin, oradaki heyete,“Bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim!” diye karşılık verdi. (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 350)

Osmanlı siyaset teorisinde kabaca sultan/halife “rai” yani “çoban”, millet ise “reaya” yani “sürü” diye adlandırılıyordu. Osmanlı padişahı/halifesi de “zıllullah” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görülüyordu. Osmanlı’da uzun yüzyıllar boyunca “reaya (sürü)” durumundaki halkın kaderi, “yeryüzündeki gölge” padişahların/halifelerin iki dudağı arasındaydı. 1876 Kanuni Esasisi’ne göre bile padişah/halife her bakımdan sorumsuzdu, vatana ihanetle bile yargılanamazdı. 1908’de II. Meşrutiyetin ilanından sonra 1909’da Kanuni Esasi’de yapılan değişikliklerle padişahın yetkileri oldukça kısıtlandı. Ancak yine de Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın üzerine padişahın/halifenin gölgesi düşmeye devam ediyordu. 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM, üzerine padişah/halife gölgesinin düşmediği ilk meclisimizdi. Bu meclisin kabul ettiği 1921 Anayasası, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen birinci maddesiyle millet egemenliğinin önündeki kayıt ve şartları; padişahı/halifeyi (sarayı) yok sayıyor, böylece cumhuriyete zemin hazırlıyordu.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru, millet egemenliğinin ve meclisin önündeki kayıt ve şartlardan (saltanattan/hilafetten/saraydan) tamamen kurtulmak için en uygun zamanı bekliyordu.

Saltanatın Kaldırılmasında Atatürk Etkisi


Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından barış görüşmeleri yapılacaktı. İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerini Lozan’da yapılacak barış konferansına davet ettiler. Ancak, milletin gerçek temsilcisi, İstanbul’daki iş birlikçi saray hükümeti değil, Ankara’daki TBMM’ydi.

29 Ekim 1922’de İstanbul’daki Osmanlı Saray Hükümetinin Sadrazamı Tevfik Paşa, TBMM Başkanlığı’na bir yazı gönderdi. Sadrazam yazıda, Ankara Hükümeti ile İstanbul Hükümetinin barış görüşmelerinde birlikte hareket etmelerini istiyor, bu birlikteliğin de Ankara’nın İstanbul’a uymasıyla mümkün olacağını belirtiyordu.

Atatürk, Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu teklifini, “Türkiye devleti yalnız TBMM hükümeti tarafından temsil edilir” diyerek reddetmişti.

Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının saltanatın kaldırılması için verdikleri önerge.


Atatürk, saltanatı kaldırmak için uygun zamanın geldiğini gördü. Lozan Konferansı öncesinde, ülkedeki iki başlılığa son vermek gerekçesiyle saltanatı kaldırma sürecini başlattı.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın, 29 Ekim 1922 tarihli başvurusu, 30 Ekim 1922’de TBMM’de değerlendirildi. 30 Ekim 1922’de Rıza Nur ve 78 arkadaşı TBMM’ye bir önerge vererek “Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğinin, Yeni Türkiye hükümetinin kurulduğunun, egemenlik haklarının millete ait olduğunun” karar altına alınarak saltanatın kaldırılmasını istediler. Albay Selahattin ve Ziya Hurşit başta olmak üzere bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılmasına karşı çıktılar. Buna karşın bazı milletvekilleri de İstanbul Hükümeti üyelerinin İstiklal Mahkemesi’nde vatana ihanetle yargılanmasını istediler.

Bu arada Atatürk’ün silah arkadaşlarından Rauf Orbay ve Refet Bele de saltanatın kaldırılmasından yana olmadıklarını Atatürk’e özel olarak açıklamışlardı. Rauf Orbay, “Ben padişahlık ve halifelik makamına gönül ve duygu olarak bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş... Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır... Padişaha bağlı kalmak borcumdur...” dedi. Refet Bele ise Rauf Orbay’ın görüşlerine katıldığını söyleyip, “Gerçekten bizde saltanattan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olmaz” dedi. (Nutuk/Söylev, C.II, TTK, s. 913)

Atatürk’ün formülü, saltanatı halifelikten ayırıp saltanatı kaldırmak, halifeliği ise belli bir süre daha tutmaktı.

31 Ekim 1922’de konu Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda konuşuldu. 1 Kasım 1922’de TBMM’de saltanatın kaldırılması konusunda uzun tartışmalar yapıldı. Sonra Atatürk kürsüye çıktı. İslam ve Türk tarihinde saltanat ve halifeliğin durumunu anlatan uzun bir konuşma yaptı. Saltanatla halifeliğin birbirinden ayrılabileceğini, milli egemenliğin TBMM’de temsil edilmesi gerektiğini anlattı. Hülagü’nün Halife Mutasım’ı asıp dünya yüzünde halifeliğe fiili  olarak son verdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi halifeliğin bugüne kadar miras olarak gelmeyeceğini söyledi.

Bundan sonra, saltanatın kaldırılması konusundaki önergeler Anayasa, Din İşleri ve Adalet komisyonlarına verildi. Bir odada toplanan bu üç komisyonun başkanlığına Müfit Hoca getirildi. Komisyon sorunu görüşmeye başladı. Atatürk’ün deyişiyle, “Din İşleri Komisyonu’ndaki hoca efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak halifeliğin saltanattan ayrılamayacağını savundular.” Bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimseler de ortaya çıkmayınca, çok kalabalık olan o odanın bir köşesinde sessizce tartışmaları dinleyen Atatürk, –kendi anlatımıyla- söz alıp önündeki bir sıranın üstüne çıktı. Yüksek sesle şunları söyledi:

Efendiler! Egemenliği hiç kimse, hiç kimseye bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla veremez. Egemenlik güçle, kudretle, zorla alınır” dedi. Osmanoğullarının Türk milletinin egemenliğine zorla el koyduklarını, 600 yıl bunu sürdürdüklerini, şimdi de Türk milletinin bunlara karşı ayaklanarak egemenliği kendi eline aldığını anlattı. “Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu kesinlikle yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunayım” dedi. Sonra birtakım açıklamalar yaptı. Bunun üzerine Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, “Bağışlayınız efendim! Biz sorunu başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızdan aydınlandık!” dedi. (Nutuk/Söylev, C. II, s. 919,921). Atatürk’ün bu tepkisi –bazen iddia edildiği gibi- “diktatörce” değil, “devrimci” bir tepkiydi. Saltanattan cumhuriyete geçiş sürecinde Atatürk’ün bu devrimci tepkisi olmasa, 1922 koşullarında saltanatın kaldırılması, 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesi mümkün olmazdı. Unutulmaması gerekir ki, Atatürk, bu müdahalesiyle saltanat kurmamış, kendini sultan/halife ilan etmemiş, saltanatın kaldırılmasını sağlamıştı.

Böylece sorun Karma Komsiyon’da çözüme bağlandı. Komisyon, saltanatla halifeliğin birbirinden ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını belirten 2 maddelik bir yasa taslağı hazırladı. Taslak, Osmanlı saltanatının, İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920 gününden başlayarak sona erdiğini hükme bağlıyordu. Halifeliğe ise Osmanlı soyundan birinin seçilmesini öngörüyordu.

1 Kasım 1922’de açık oylamaya sunulan taslak, “Ben karşıyım!” diyen bir milletvekilinin (Ziya Hurşit) olumsuz oyuna karşın, oy birliği ile kabul edildi. Atatürk’ün ifadesiyle, “Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi böyle” kapandı. (Nutuk/Söylev, C.II, s.921)

Saltanatı kaldıran yasanın kabulünden sonra Rauf Orbay, -ki çok kısa süre önce saltanatın kaldırılmasına karşı olduğunu söylemişti- saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kutlanmasını önerdi. Öneri kabul edildi. Ülkenin her yanında saltanatın kaldırılması törenlerle kutlandı. 101 pare top atıldı.

17 Kasım 1922’de son Osmanlı sultanı Vahdettin, “Hayatımı tehlikede hissediyorum!” diyerek İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. Atatürk, Nutuk’ta şöyle diyor: “Vahdettin gibi, özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir mahlûkun bir dakika bile olsa bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır!” (Nutuk/Söylev, C.II, s.924-925)

Böylece İslam dünyasında Emevi halifesi Muaviye’nin başlattığı babadan oğula geçen saltanat uygulaması, yüzyıllar sonra Atatürk tarafından ortadan kaldırıldı.

Milli İrade Savaşı ve Saltanatın Kaldırılması


“Büyük Millet Meclisi bugün kesin bir karar vererek saray ve sultan istibdadını Türk milletinin tarihinden ebediyen kaldırıp atacaktır. (...) ve artık millet saltanatı, millet hakimiyeti başlıyor.” (Yeni Gün, 1 Kasım 1922)


Atatürk, 29 Ocak 1921’de TBMM’de yaptığı konuşmada milleti asırlardır ezen iki baskıcı kuvveti şöyle açıklıyordu: “O kuvvetlerden birisi, doğrudan doğruya memleket ve milleti yönetmek iddiasında bulunan baskıcılar (sultanlar); ikincisi, bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemdir...(Atatürk’ün Bütün Eserleri,(ATABE), C.10, s. 349). Atatürk, Anadolu’ya geçerken, milleti bu iki baskıcı kuvvetten kurtarmak için “ulus egemenliğine dayanan tam bağımsız bir Türk devleti kurmaya” karar verdiğini söylüyor. (Nutuk, C.1, s.19)

Atatürk, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görülen sultanlara/halifelere, “çürümüş gölge adamlar” diyordu. Atatürk’e göre saltanatın, hilafetin kaldırılması, vatanın düşman işgalinden kurtarılmasından “daha kurtarıcı” bir adımdı. 30 Ağustos 1924’te şöyle demişti: “Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamların Türk vatanından kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. (ATABE, C.16, s.287)

Saltanattan cumhuriyete geçiş siyasi, sosyal, kültürel bakımdan büyük bir dönüşümdür. Çünkü saltanatın ve cumhuriyetin insan modelleri birbirinden farklıdır. Saltanatta “kul”, cumhuriyette “birey” olmak esastır. Atatürk, saltanatın ve cumhuriyetin yetiştirdiği insan modellerini şöyle karşılaştırıyor: “Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bundan ibarettir.

★★★

Sözün özü şu: Tam 99 yıl önce bugün, saltanatın kaldırılmasıyla saray rejimine son verildi. Millet egemenliği, “kayıt” ve “şart”ların en büyüğünden, halk saraya “kul” olmaktan kurtarıldı. Osmanlı hanedanlığı siyasi ömrünü tamamladı. Millet kendi kaderini kendi eline aldı. Cumhuriyete zemin hazırlandı.

Atatürk’ün şu sözleriyle bitirelim: “Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı ister halife olsun, ister ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin alın yazısında ona ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle göz yummaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunmaz...” (Nutuk/Söylev, C.II, s.933)