AKP’nin izlediği ekonomi politikasının dayandığı ilkeleri tarife hacet yoktur. Bunlar somut olarak ortadadır. Birinci ilke: Paranın dini, mezhebi, imanı, milliyeti, sıcağı, soğuğu, kirlisi, temizi, akı, karası yoktur. Para paradır. Para, Çin’de bile olsa git onu al. Arazileri arsalaştır, rant yarat. Yaratılan ranttan pay almayı da ihmal etme. İkinci ilke: Yaptırabildiğin kadar çok sayıda gösterişli bayındırlık yatırımları yaptır. Unutma! Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri. Bu köprüler, tüneller ve otoyollar seni ebediyen yaşatacaktır. Piramit mezarlar inşa ettirmeselerdi, 3000 yıl önce yaşamış firavunlarını bugün kim hatırlardı? Üçüncü ilke: Seni siyasette destekleyenleri sen de iktisadi olarak destekle. Onlara bütçeden gelir transfer et. Unutma! Aç müezzin, ezan okuyamaz.

MUHALEFETİN EKONOMİ POLİTİKASI

Seçimler yaklaşırken iktidardaki partinin “popülist” (kısa vadede ferahlık orta ve uzun vadede sıkıntı yaratan) bir ekonomi politikası uyguladığı söylenir. Buna “bütçeyi gevşetme” veya “harcama musluklarını açma” da denir. Mesela kapitalist Amerika’da da Fed’in, iktidarı desteklemek amacıyla faizleri kasten düşük tuttuğu iddia edilir. Bu suretle halk, daha ucuza  borçlanarak, tüketim ve yatırım harcamalarını artırabilecektir. Peki seçimler yaklaşırken muhalefetin uyguladığı “biz iktidara gelirsek” diye başlayan ve geniş halk kitlelerine GSYH artmadan harcanabilir gelir artışı vadeden söylemlere ne nedir? Bunun adı da “seçim ekonomisi” yani “popülist” politika  değil midir? Demirel’in Özal’ı iktidardan indirmek için Akhisar’da tütün ekicilerine baş fiyat olarak “Özal (ANAP)  ne veriyorsa ben 5 (bin) lira fazla veririm” demesini neydi acaba?

BÜTÇE AÇIK DEĞİL, FAZLA VERİYOR

Seçim ekonomisi uygulanacak diye fazlaca dertlenmeyin. Şu sırada Türkiye devletinin bütçesi açık değil, fazla veriyor. Yani manevra sahası var. Biraz gerilere gidelim. 2001’de Kemal Derviş gelmeden önce ekonomide istikrar nasıl sağlanır (enflasyon nasıl önlenir diye okuyun) tartışmaları “PSBR” (Public Sector Borrowing Requirement) yani KKGB “Kamu Kesimi Borçlanma Gereksinimi” nasıl azaltılır üzerine yapılırdı. Kemal Derviş IMF’den yüklü miktarda dolar getirince “döviz krizi” bitti ve AKP iktidara geldi. Ekonomi sohbetlerinin ana teması, kamu borcunun milli gelire oranı nasıl düşürülür oldu. Çünkü “döviz/dış-açık”, “bütçe/iç-açık”tan doğar gibi bir zırvaya inanılıyordu. Bu yüzden iktisatçılar “faiz dışı fazla”ya  kafayı taktı.  Maalesef hem “KKBG” hem de “faiz dışı fazla” yanlış hesaplanıyordu. Çünkü ikisinde de “nominal/görünen” faiz kullanılıyordu. Halbuki Türkiye’de birkaç yıl hariç reel faiz her daim “eksi” olmuştur. Bugünlerde de “eksi faiz” konusunda dünya şampiyonuyuz. “Eksi faiz” tasarruf sahiplerinden alınan bir vergidir. Yani devletin gideri değil geliridir. Kamu borcu stokunu “reel” olarak azaltır.  Türkiye ekonomisinin kronik sorunu “iç (bütçe) açık” değil “dış (cari) açık”tır. Dış açık da tasarruf açığından değil, tüketim fazlasından doğmaktadır. Derdimiz TL’li tahvillerin veya Kur Korumalı Mevduat’ın kur farkları değil, dövizli dış ve iç borçların dövizli faizidir. Ben sadece AKP’den değil “Altılı Masa” dan da döviz açığı sorununa çare bulmasını bekliyorum.

Son söz: Sorunu dert etmeyen, çözümüne kafa yormaz.