CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı Ünal Çeviköz, SÖZCÜ’ye konuştu. Türkiye’nin, Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyeliğinin çok büyük bir hata olacağını vurgulayan Çeviköz, “Batı’yla arasının daha da açılacağını düşünüyorum. Türkiye diyalog ortağıdır, öyle kalması doğrudur” dedi.

Sevgili okurlar, Türkiye’nin ABD ve AB ile sorunları devam ederken bir de baktık ki Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyeliğimiz konuşuluyor. Bu tür ülkenin geleceğini ilgilendiren kararlar da artık TBMM yerine sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlarıyla alındığı için şaşılacak bir şey yok tabii, şimdi nereye baksanız bu konu. Şanghay 5’lisine (daha doğrusu 9’lusuna) katılmak Türkiye’ye ne kazandırır, ne kaybettirir, ABD’nin ve Fransa’nın açık destek verdiği Yunanistan ve adalar sorunu ne olacak, yine ABD’nin destek verdiği PKK/PYD’nin Suriye sınırımızdaki planlarının önlenmesi için operasyon mu yapılacak, bu ülkeler bir NATO üyesi olan Türkiye’nin nasıl oluyor da karşısında yer alıyorlar, Esad’la Erdoğan’ın anlaşması ve Suriyeli mültecilerin gönderilmesi mümkün olacak mı, bunlar ve daha bir dizi soruyla karşı karşıyayız. Biz Türkler, özellikle son 20 yıldır hükümetle birlikte sorunla yaşamaya, sorun çözmeye alıştırıldığımız için mesele yok, sıraya koyarak uğraşıyoruz. Ama tabii önemli sorulara ancak en iyi uzmanlar cevap verebilir, bugün çok deneyimli, çok başarılı bir diplomat ve siyasetçi olan Sayın Ünal Çeviköz’le konuştum. Açıklamalarını büyük bir ilgiyle okuyacağınıza eminim.

Ünal Çeviköz, Türkiye’yi Birleşik Krallık, Irak ve Azerbaycan’da büyükelçi olarak temsil etmiş, Avusturya’da Bregenz Başkonlosluğu’nda konsolos olarak, Moskova Büyükelçiliği’nde ikinci katip olarak görev yapmıştır. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı ve Siyaset Bilimi bölümlerinden mezun olduktan sonra Brüksel Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yapmıştır. İngilizce, Almanca, Rusça, İtalyanca ve Fransızca bilen Ünal Çeviköz 2015 yılından bu yana Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili’dir, halen CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı olarak görev yapmaktadır, TBMM Dışişleri Komisyonu ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türk Grubu üyesidir.


■ Sayın Çeviköz, Cumhurbaşkanı Erdoğan Özbekistan’da yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü toplantısından dönerken aniden “Hedef Şanghay 5’lisi üyeliği” diyerek Türkiye’nin bu örgüte üye olacağını açıkladı. Bu acaba Türkiye’ye ne kazandıracak? Türkiye’nin yüzünün yani politikasının Batı’dan Doğu’ya dönmesi anlamına mı gelir? Ahmet Davutoğlu “Eğer Türkiye, kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nden neredeyse ihraç sürecine girmemiş olsaydı bu yanlış olmazdı, şimdi ise Avrupa’nın demokratik standartlarından kopmuş bir ülkenin otoriter liderlerle verdiği manzara Türk halkının övüneceği bir manzara değildir” dedi, siz bu görüşü paylaşıyor musunuz?

Şimdi, bu şekilde algılanma ihtimali çok yüksek. Neden yüksek; çünkü şu sırada Batı’dan bakıldığında ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu kurum ve kuruluşlardaki ortaklarımız, dostlarımız, müttefiklerimiz açısından bakıldığında Şanghay İşbirliği Örgütü Asya kıtasındaki birbirleriyle sorunu olan ülkeleri bir araya getiren ve aslından bu sorunları çözmek yerine o sorunların daha fazla depreşmesini önlemek maksadıyla bir bütünlük oluşturan bir şemsiye gibi görülüyor. Geçmişine baktığımızda zaten Orta Asya odaklı olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra herhangi bir terör hadisesi burada yer bulmasın ve ülkesinde yerleşik düzeni olan ülkelere karşı bir tehdit oluşturmasın diye başlatılmış olan bir girişim bu ve bunun da başında Rusya’yla Çin geliyor. Rusya’yla Çin’in kurdukları ve önce 5 ülkenin katıldığı bu topluluk Özbekistan katıldıktan sonra bir örgüt haline geldi, kurumsallaştı ve Şanghay İşbirliği Örgütü oldu. Bunun tabii sadece üyelik değil, başka bir takım mekanizmaları da var; örneğin gözlemcilik, örneğin diyalog ortaklığı gibi. Türkiye’nin Asya kıtasına sırtını dönmemesi gerektiği bir gerçek, bunu kabul etmemiz lazım. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu kurum ve kuruluşlar ve Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’nin şimdiye kadar izlediği yönelim hep Batı yönünde olmuştur. Bu demek değildir ki Ortadoğu’ya veya Asya’ya sırtını dönsün, aksine Batı’yla olan bütünleşmesi ve Batı tarafından daha kabul edilebilir ve daha önemli bir ortak olarak görülebilmesi Ortadoğu ve Doğu’yla olan ilişkilerini de bununla bütünleştirmesi halinde mümkündür. O yüzden Şanghay İşbirliği Örgütü gibi kuruluşlarla –Örneğin Asya’da Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Asean Ülkeleri, Pasifik Adaları Grubu gibi başka kuruluşlar da var- diyalog ortağı haline gelmesi bu bütünlüğü sağlayabilecek ve Türkiye’nin daha küresel bir politika izlemesine imkan verecektir. Türkiye aslında bölgesel bir sınırın içine hapsedilemeyecek kadar büyük bir ülkedir. Onun için Türkiye’yi sadece Doğu Akdeniz, Ortadoğu veya Kafkas ülkesi gibi görmemek lazım, ancak bunun mekanizmalarını çok iyi bilmek, iyi kullanmak gerekir.

DİYALOG ORTAĞIDIR VE ÖYLE KALMALIDIR!

Şu anda Türkiye Şanghay İşbirliği Örgütü için bir diyalog ortağıdır ve bana kalırsa öyle kalması da doğrudur. Çünkü bu ilişki üyeliğe doğru evrildiği takdirde o zaman biraz evvel konuştuğunuz Batı’dan kopma hadisesine doğru bir ilerleme olarak algılanacaktır. Neden; çünkü Şanghay İşbirliği Örgütü içinde başta Rusya ve Çin olmak üzere diğer bazı ülkeler, bizim şu anda içinde bulunduğumuz kurum ve kuruluşlar tarafından; NATO, Avrupa Birliği tarafından “hasım” olarak görülüyor. Hasım derken; her şeyden evvel Rusya’yı şu sırada 24 Şubat’tan itibaren başlayan Ukrayna’ya yönelttiği askeri saldırganlıktan ötürü bütün Batı camiasının ciddi bir hasım olarak gördüğünü kabul etmek lazım. Öte yandan Çin’i de hem ABD, hem Avrupa topluluğu ekonomik bir rakip olarak görüyorlar, orada da bir kutuplaşmaya giden ekonomik bir çekişme var, belki son Tayvan örneğinde gördüğümüz gibi bir sıcak çatışmaya dönme olasılığından söz ediliyor. Şimdi Türkiye hangi camiada yer almalı? Yani, denge politikası güdeceğim diye hem orada, hem burada olamazsınız. Şanghay İşbirliği Örgütü içinde olduğunuz zaman, Semerkant Bildirisi’ne bakın – Semerkant Bildirisi bu sefer çok yumuşak çıktı- kurulduğundan beri bu örgütün zirve toplantılarından sonraki birçok bildirisinde hep Batı’ya karşı, ABD’ye karşı hasmane ifadeler yer almıştır, şimdi bunların altına imza atabilecek misiniz? Yarın öbür gün İran’ın da kendi meselelerini, Amerika ile ilişkilerini bildirilerde dile getirmek istediğinde –Çünkü Semerkant’ta İran’ın üyeliği onaylandı- bunların altına imza atabilecek misiniz? Üye olduğunuz zaman bunları yapmak zorundasınız ama diyalog ortağı olduğunuz zaman böyle bir yükümlülük içinde değilsiniz, onun için Türkiye’nin böyle kurum ve kuruluşlarla ilişkilerinin düzeyini ve hangi mekanizmaların kendisine daha çok yarayacağını iyi belirlemesi lazım. Ben Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik şeklinde bir ilerleme yoluna girmesi halinde Batı’yla arasının daha da açılacağını, hele şu sırada zaten çok kritik bir dönemden geçmekte olduğumuz bir sırada böyle bir adımın atılmasının da büyük bir hata olacağını düşünüyorum.

Türkiye dış politikası şantajla yürütülemez!


■ Türkiye’nin son yıllardaki dış politika yöntemleri tarzında bir başka örnek olabilir mi bu karar? Bir şahısla kavga eder gibi ülkelerle kavga ediyor Türkiye, bu da Batı’ya “Siz Yunanistan’ın, PKK’nın yanında yer aldınız, ben de bu tarafa doğru gidiyorum” şeklinde bir tehdit olabilir mi ABD ve AB’ye?

Tehditten ziyade bir tür şantaj şeklinde okumak mümkün. Elbette AKP iktidarının dış politikayı bu şekilde kullanma alışkanlığı giderek yerleşmeye başladı, bu aslında yanlıştır, çünkü Türkiye’nin dış politikası “Sen onu yaparsan, ben de sana bunu yaparım” şeklinde şantajlarla yürütülebilecek bir dış politika değildir. Türkiye’nin uluslararası hukuka ve içinde bulunduğu kurum ve kuruluşların aidiyetini oluşturan bir takım değerlere sahip çıkması ve o değerler üzerinden dış politikasını belirlemesi gerekir. Yunanistan’ın yaptığını asla doğru veya haklı bulmak mümkün değil, Yunanistan şu sırada Türkiye’nin son 20 yıldır giderek dış politikada kendi kendini yalnızlaştırmasını bir fırsat bilerek bu durumu kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Türkiye onun oyununa geldikçe Yunanistan bundan çok daha fazla yarar sağlıyor ve avantaj elde ediyor. “Bakın görüyor musunuz” diyerek sürekli olarak Türkiye’nin yaptıklarını şikayet etme imkanına sahip oluyor.Bundan 20 yıl önce, AKP’nin bu şekilde bir dış politika değişikliği başlatmasından önce Yunanistan’ın böyle bir şeye cesaret edebilmesi mümkün değildi, çünkü Türkiye muhataplarıyla görüşürken Yunanistan’la arasındaki meseleleri uluslararası hukuka ve gerçekçi bir şekilde anlatarak savunmaya yönelik bir dış politika izliyordu. Bugün Yunanistan bir şekilde Batı’yı kendi yönüne çevirecek bir davranışı ve kurallara uygun hareket etmeyerek Türkiye’yi sürekli şikayet eden bir davranışı Türkiye’ye de yaptırmaya çalışıyor. Türkiye buna yöneldiği andan itibaren bundan kazançlı çıkan Yunanistan oluyor. Onun için Türkiye’nin bu şekilde bir şantaj politikasıyla dış politikasını böylesine tehlikeli bir mecraya sokmaması lazım.

■ Kemal Kılıçdaroğlu son konuşmalarından birinde 6’lı masadan söz ederken “Demokratik yolla otoriter bir yönetimi değiştireceğiz” dedi ki bunu sık sık söylüyor. Ahmet Davutoğlu da aynı toplantıda “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın otoriter liderlerle çekilen Şanghay İşbirliği Örgütü fotoğrafından” söz etti. Acaba, otoriter bir lider diğer otoriter liderlerle olacağı bir birlik içinde daha rahat mı hissedecek, bu açıdan bakılabilir mi?

Elbette, zaten olan da bu, çünkü bugün dünya üzerinde giderek ortaya çıkan bir paradigma haline geldi bu kutuplaşma. Demokrasiden, demokratik değerlerden yana ve onları savunan ülkeler grubu ile otoriterliği savunan ve demokratik değerleri askıya alan liderlerin yönettiği ülkeler. Bu paradigmadan hareket ettiğimizde Sayın Erdoğan’ın demokrasiyi savunan ülkelerle bir arada bulunduğu zaman sürekli demokratik değerlerin öne çıkarıldığı eleştirilere karşı kendini savunma mekanizması geliştirmesi gerekir. Bu yok, çünkü Türkiye’de temel hak ve özgürlükler askıya alınmış durumda, yargı siyasileştirilmiş durumda, yargının bağımsızlığından söz etmek mümkün değil, son 2017 Anayasa değişikliğiyle “kuvvetler ayrılığı” diye bir şey kalmadı; yasama yürütmenin kontrolüne girdi, oysa yasama-yürütme ve yargı arasında bir dengenin olması gerekir. Bütün bunların kalktığı ve Türkiye’nin giderek otoriterleştiği bir ortamda demokratik değerlere önem veren liderlerle bir araya geldiğinizde Türkiye’de bunların eksikliği sürekli olarak gündeme getiriliyor. Buna karşı kendini savunabilecek imkan olmadığı zaman bunların dile getirilmediği ve Türkiye’nin bu eksikleri açısından eleştirilmediği bir ortam elbette çok daha rahat bir ortam oluyor, nitekim hiçbir zaman Putin’in veya Şi’nin ağzından ya da Özbekistan Lideri’nin ağzından “Türkiye’de demokrasinin eksikliği, demokrasi açığı olduğu” şeklinde bir ifade duyamazsınız, çünkü o ülkeler de aslında benzer bir yönetim biçimini benimsemişler. Onun için dediğiniz çok doğru, kendini demokratik değerler üzerinden dünyaya bakmayan ve  daha ziyade otoriter yönetim biçimlerini benimsemiş liderlerle  bir arada olduğu zaman daha rahat hissetmesi çok doğal.

■ Kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyi artık bizi dışlıyor, bu neden oldu ve Şanghay Örgütü’ne üyelikle ilgili açıklama sonucunda ne olur?

Bence açıkçası Türkiye’yi giderek demokratik değerlerden uzaklaştıran bir yönetim biçimi ülkede giderek hakim bir yönetim anlayışı haline dönüşür, bu şekilde olduğu zaman da bu ülkelerle olan ilişkilerini mesafeli tutmaya çalışan, demokratik değerlere sahip ülkeler de Türkiye’ye mesafeyi arttırırlar. Türkiye, zaten bu davranış içine girdiği algısını güçlendirdikçe ki örneğin Şanghay İşbirliği Örgütü’ndeki fotoğraflar olsun veya Türkiye’nin ilerde bu örgüte üyelik hevesi olduğu şeklinde birtakım  açıklamalar olsun -bunlar mutlaka not ediliyor bir şekilde- giderek aradaki makası açmaya başlayacak, bundan da Yunanistan çok yararlanacak, çünkü Yunanistan o kadar tuzu kuru ki, sırtını dayamış vaziyette Avrupa Birliği’ne, şimdi AB’yi zaten Türkiye’ye karşı kullanabildiği ölçüde Türkiye ile kendi ikili meselelerini “Türkiye-AB meselesi” haline getirdi, aynı durumu NATO için de yaratmaya çalışıyor. Bunun farkındasınız herhalde, Ege’deki gerginlik, bizim uçaklarımıza Yunan uçakları tarafından radar kilidi atılması hep Türkiye’nin bir hata yapmasını, bir şekilde elini tetiğe götürmesini ve Yunanistan’ın istediği oyuna gelmesini sağlamak içindi. Bunu yaptığı ölçüde de Türkiye’yi Batı camiası önünde daha fazla işbirliği sürdüremeyecek bir ülke algısını güçlendirerek bu hale getirecektir. Onun için Türkiye’nin bu durumu derhal düzeltmesi, en kısa zamanda demokratik değerlere, uluslararası hukuka sahip çıkan bir dış politika anlayışına dönmesi gerekiyor. Bu olmadığı takdirde sizin sorunuzun cevabı içinde gizli; Türkiye, içinde bulunduğu yalnızlıktan asla kurtulamayacağı gibi kendini maalesef çok daha karanlık bir ülkeler topluluğunun içinde bulmaya mahkum olacaktır, bunu da tekrar geri döndürmek bir hayli güçtür.

Türk hariciyesi artık dış politika yapamıyor


■ Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bir uluslararası ağırlığı vardı, sanki bu tamamen ortadan kalktı, biz ülke olarak sanki saygı görmüyoruz artık, bu neden sizce?

Çeşitli sebepleri var, birincisi bu dış politika uygulamasındaki sapmadan kaynaklanıyor, Türkiye diyalog, diplomasi, uluslararası hukuka uygun şekilde davranmak yerine son zamanlarda giderek kaba kuvvet, güç gösterme veya güç tehdidinde bulunmaya başladı ve dış politikasını bunun üzerine kurguladı. “Bir gece ansızın gelebiliriz” ifadesi aslında ciddi bir kuvvet kullanma tehdididir. Bunu Suriye’ye karşı kullandığınız zaman Suriye’de elbette terörle mücadeleden hareket ettiğimiz için Batı camiası bunu fazla dikkate almıyordu ama aynı ifadeyi bir AB üyesine karşı kullandığınızda o zaman Türkiye ile ilgili algıyı Yunanistan çok ciddi bir şekilde olumsuzlaştırabiliyor. Birinci sebebi, dediğim gibi Türkiye’nin dış politikasındaki bu sapmadır, ikincisi dış politika yapımında Dışişleri Bakanlığı’nın devreden çıkarılmasıdır. Dışişleri Bakanlığı’nın dünya üzerinde önemli bir prestiji vardır; “Türk hariciyesi” dendiği zaman, Türk diplomatlarından söz edildiğinde hep övgüyle bahsedilir. Cumhuriyet döneminden beri fevkalade isim yapmış ve bütün dünya dışişleri bakanlıkları tarafından da hep saygıyla anılan diplomatlarımız olmuştur. Bugün artık böyle bir imkana sahip değiliz, çünkü Dışişleri Bakanlığı nezdinde artık herhangi bir politika yapımı olmuyor, aşağıdan yukarıya doğru politika üretimi yerine yukarıdan beklenen politika aşağıya empoze ediliyor ve Dışişleri Bakanlığı adeta bir sekreterya görevi yapmaya zorlanıyor. Bunun bir başka yansıması da giderek artan siyasi atamalar. Bugün Türkiye’nin dış politika açısından en önemli eksiklerinden biri de kariyer mensubu olan misyon şeflerinin giderek azalmaya başlaması ve kariyer mensubu olmayan, daha çok sadakat esasına göre; AKP’ye bağlılığı ve sadakatiyle büyükelçi olarak tayin edilen kariyer dışı siyasi atamalarla doldurulmaya başlandı yurt dışındaki misyonlarımız. Bugün aşağı yukarı yurt dışı misyonlarımızın yüzde 12-15 civarında olan kısmı; sayı olarak neredeyse 25-26’yı bulmuştur, siyasi atamalardır. Hatta daha da vahimi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan ülkelerde, örneğin Pekin’de ve Washington’da da artık kariyer mensubu değil, siyasi atanan büyükelçiler vardır.

LİYAKAT ARTIK KALMADI

■ Yani “liyakat, liyakat” derken sıfır liyakat durumundayız.

Artık atamalarda herhangi bir şekilde liyakata bakılmıyor, bu sadece dış politikada değil, birçok kurumda benzer sorunlarla karşılaşıyoruz. Bunlar sürekli olarak hem Genel Başkanımız tarafından, hem de Millet İttifakı üyesi diğer siyasi parti başkanları tarafından dile getiriliyor, liyakat artık kalmadı, gerek içerde, gerekse Dışişleri’nin misyon şefleri konusunda atamalar tamamen sadakat esasına göre  yapılıyor ve bu da giderek Türkiye’yi “hükümet olan bir parti” ile yönetmekten ziyade devlet ile partinin üst üste çakıştığı bir parti devletine dönüştürüyor. Liyakatle sadakat arasındaki fark burada ortaya çıkıyor, giderek otoriterleşmeye ve demokratik değerlere sahip ülkeler grubundan uzaklaşmaya yol açıyor.

ABD’nin politikası 20 yıl önce farklıydı


■ Türkiye’nin yanlış dış politikası nedeniyle yalnız bırakıldığı doğru ama diğer tarafta ABD de NATO’da olmasına rağmen Suriye’de açık şekilde PKK’yı destekliyor, Ortadoğu’daki güçlerinin komutanı Suriye’deki PKK/PYD’nin elebaşısının ayağına gitti haberi çıktı, Amerikan askerleri PKK’lı teröristlerle ortak tatbikat yaptı. Bunu açıkça yapıyor, bize savaş uçağı ambargosu uyguluyor, gidip Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırıyor. İkisi de NATO üyesi olmasına rağmen Yunanistan’ın adalarımızı işgalinde onun tarafını tutuyor. ABD’nin bunları yapması neden tepki çekmiyor, o neden bu kadar rahat?

Bütün bu söyledikleriniz şu ana kadar dile getirmeye çalıştığım şeylerin hepsinin bir yansıması. Neden yansıması, çünkü ABD bunu 20 yıl önce yapamıyordu, Türkiye ile Yunanistan arasında belli bir denge vardı ve Amerika Birleşik Devletleri “7’ye 10 dengesi” denilen bu dengeye her zaman dikkat ediyordu. Bunun ortadan kalkmasının sebebi Türkiye’nin dış politikasındaki yanlışları ve hataları sonucunda kendi kendisini tecrit etmesi, yalnızlaştırmasıdır. Şimdi ABD Suriye’de PYD/YPG ile işbirliği yapıyor ve biz bundan çok ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyoruz ve bunda haklıyız.

■ Sadece rahatsızlık değil, askerlerimiz yıllardır şehit oluyor, büyük kayıplarımız var.

Elbette, bunu Amerika Birleşik Devletleri’ne iyi anlatmamız gerektiği düşüncesindeyim ama bunu başarabildiğimiz kanaatinde değilim. 2011’den beri bir takım hatalar sonucunda durum buraya evrildi, aslında bizim Suriye’de terörle mücadelede ABD ile pekala birlikte hareket etmemiz mümkündü ama işin başından itibaren farklı yerlerden hareket ettik, Türkiye Esad rejiminin mutlaka devrilmesi gerektiğini savunurken ABD önceliğin terörle mücadele olduğunu düşündü, orada yol ayrımına geldik ve ABD Türkiye ile birlikte hareket etmek yerine Türkiye’nin düşmanı olan unsurlarla birlikte hareket etmeyi tercih etti. Bu tabii, her fırsatta Amerika Birleşik Devletleri’nin yüzüne çarpılması gereken bir olgu, bizim için çok ciddi bir sorun, ancak Yunanistan Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulmasını kendi lehine çevirmeyi çok iyi başardı. Bugün Ege’de Türkiye aleyhine yaptığı bütün davranışlar Amerika tarafından Türkiye’nin kendini yalnızlaştırması ve bütün Batı camiasında olumsuz bir imaja sahip olması nedeniyle Yunanistan’la Türkiye arasındaki 7/10 dengesini de Yunanistan lehine değiştirmeye başlamasına yol açtı.

MAVİ MARMARA OLAYINDAN SONRA...

■ 7/10 dengesinin ne olduğunu hatırlatır mısınız?

Herhangi bir şekilde bir yardım yapılacak ise Türkiye’ye 10 veriliyorsa, Yunanistan’a 7 veriliyor şeklinde anlamak lazım. Bu da fevkalade dikkatle uygulanan bir dengeydi ve ABD ile NATO ülkeleri hiçbir şekilde Yunanistan’la Türkiye arasındaki meselelerde taraf tutmazdı ama farkındaysanız özellikle 2010 yılındaki Mavi Marmara hadisesinden sonra giderek Doğu Akdeniz’de daha da yalnızlaşan, İsrail’le, Mısır’la diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşüren Türkiye, Yunanistan’ın bu boşluğu doldurması nedeniyle Batı tarafından “yavaş yavaş Batı’dan uzaklaşan bir ülke” imajına sahip oldu. Bunun sonucudur ki ABD, Türkiye’yi bir takım beklentilerini veya ittifak gereklerini yerine getirmeyecek bir ülke olarak düşününce bu boşluğu doldurma ihtiyacı hissetti, bu da maalesef Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeleri bozdu. Bunların en önemli, en sivri görüntüsü biraz evvel vurguladığınız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne karşı olan silah ambargosunun kaldırılmasıdır. Aynı şekilde Yunanistan’daki bazı üslerde tahkimatın artmasıdır, her ne kadar ABD bunu aslında “Rusya’yı kuşatmak maksadıyla yapıyoruz” diyorsa da Türkiye’den bakıldığında...

HAMASİ SÖZLERLE YÜRÜTÜLMEMELİ

■ Türkiye’yi kuşatmak olarak görülüyor...

Elbette, Türkiye-Yunanistan dengelerini bozan bir gelişme olarak görülüyor ve bu şekilde yorumlanması da çok doğal. Onun için o eski dengeleri kazanabilmenin yolu; Türkiye’nin sapma gösterdiği dış politikasına yeniden dönmesi ve Batı ülkeleri nezdinde; AB üyeleri ve ABD nezdinde Türkiye’nin Yunanistan’a karşı herhangi bir kötü düşünce içinde olmadığının anlatılması, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler şartındaki kurallara, uluslararası hukuka uygun bir dış politika uygulayacağını anlatabilmesi gerekir. Bunlar yapılmadığı takdirde bu şekildeki algılar giderek keskinleşecektir. Dış politika böyle “Bit gece ansızın gelebilirim” şeklindeki hamaset içeren sözlerle filan yürütülmemeli ve bunun yaratabileceği yanlış algılar mutlaka dikkate alınmalıdır.

■ Birçok ülkede büyükelçilik görevi yaptınız, TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi’siniz ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ndeki CHP’li 4 üyeden birisiniz, bu konuları sizin kadar iyi bilen uzmanlarımızın sayısı çok az. Yani ABD bütün bu ciddi adımları atarken Türkiye’nin yalnızlaşmasından yararlanıyor ve bu ABD’nin yaptıklarını ve bize uçak vermemesini de mazur mu gösteriyor?

Hayır, hiçbir şekilde ABD’yi mazur göstermiyor ama bunların hepsini kendi parametreleri içinde değerlendirmemiz gerekir. ABD’nin Türkiye’ye yaptırım uygulamasının sebebi Türkiye’nin S-400’leri Rusya’dan almasıdır. Bu nedenle Amerikan Kongresi’nde Rusya’yla işbirliği sürdüren ülkeler uygulanan yaptırımlar yasasına dayanarak Türkiye’ye bu şekilde bir yaptırım uygulamaya başlamıştır ki bunun da yine çok ağır olan kısımlarını değil olabildiğince yumuşak olanlarını uygulamaya başlamıştır, yani Kongre Türkiye’ye çok daha ağır yaptırımlar uygulanmasından yanayken Trump bunu olabildiğince yumuşak bir şekilde çözmeye çalışmıştır ama yaptırım uygulamaktadır, bu haksız mıdır, elbette haksızdır.



“Türkiye’nin Yunanistan’la savaşa girmek gibi bir hesabı olmamalıdır, çünkü bu Türkiye’yi çok zor duruma sokar. İşgalin sona ermesi için hukuk yollarına, Yunanistan’la konuşmaya gerek var.” Miçotakis-Erdoğan...

AKP, diplomasi tercih etmiyor dış politikayı içerde kullanıyor


■ Şimdi Biden farklı, galiba daha sert Türkiye’ye karşı...

Tabii Kongre’den baskı giderek artıyor çünkü Yunanistan’ın ve Yunan lobisinin de etkisiyle Kongre giderek Türkiye aleyhtarı tutumların arttığı bir kongreye dönüşüyor. Kasım ayındaki seçimlerden sonra dengeler nasıl oluşacak bunu şu anda bilemiyoruz ama Türkiye’nin Amerikan Kongresi nezdinde çok ciddi bir lobi faaliyeti içinde olması gerekiyor, oradaki Türk diyasporası üzerinden de Kongre’yle yaptıkları ilişkilerde Türkiye’nin gerçek hedeflerinin ne olduğunun iyi anlatılması gerektiği düşüncesindeyim. Bunlar yapılmıyor, çünkü AKP iktidarı bu şekilde bir diplomatik yöntem kullanmayı tercih etmiyor, onun sebeplerinden biri de dış politikanın iç politika malzemesi haline getirilmesidir. Çünkü uluslararası hukuk yoluyla çözüme gidildiği takdirde hamaset söylemlerini kullanmıyorsunuz, o zaman içeriye doğru “Bakın ben şu şekilde gövde gösterisi yaptım, onu bunu dize getirdim” diyemiyorsunuz. Bugün Türkiye’de seçim kazanmak için bunu deme ihtiyacı duyan bir AKP yönetimi var. AKP’ye giderek azalan bir destek varken elbette dış politikayı, iç politikaya alet ederek hamaset söylemleriyle kendine bir takım avantajlar sağlamaya çalışıyor. Dış politikanın bu şekilde araçsallaştırılması da Türkiye’nin önündeki en önemli sorunlar biridir. ABD’yi asla haklı görmek mümkün değil ama ona haklı olmadığını iyi anlatmak gerekir.

■ Anlatsak da ABD bizi dinleyecek mi? Paris Anlaşması’na göre asker ve silah olmaması gereken adalarda asker ve silah var, Yunan Cumhurbaşkanı Türkiye’ye yakın 4 adayı resmen ziyaret ediyor ve ABD “Yunanistan’ın adalar üzerindeki egemenliği tartışılamaz” diyor. ABD, bu politikalarını değiştirip, üslerini çekip, PKK’ya yardımı keser mi? Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırması da bir çatışma halinde Yunanistan’ın güçlü olması için değil mi?

Şimdi, adaların silahsızlandırılması konusunda ABD’nin herhangi bir destek vermesine veya Yunanistan’ı ikaz etmesine ihtiyaç duymamalıyız, bu aslında bizim anlaşmalardan doğan hakkımızdır, hakkımıza sahip çıkmayı kendimiz bilmeliyiz. Bunu da Yunanistan’la doğrudan konuşarak ve neyin ihlal edildiğini onlara iyi anlatarak gösterebilmemiz lazım, bunun için Amerika’ya ihtiyacımız yok, kendi tutarlı dış politika uygulamamıza, kendi diyalog mekanizmalarımıza ve hariciyemizin imkanlarına ihtiyacımız var. Bunu kullandığımız takdirde Amerika’ya ihtiyaç duymayız.

■ Fransa da Yunanistan’ın yanında olduğunu söyledi...

Söylüyor, çünkü Fransa ile ilişkiler de son zamanlarda iyi gitmiyor, onun için Türkiye hakkında algılar kötüleştikçe Yunanistan bütün ortaklarımızı ve müttefiklerimizi Türkiye aleyhinde kullanabilecek bir hale geliyor ve bu sebeple Macron olsun, Amerikan Kongresi olsun Türkiye aleyhinde ve Yunanistan yanlısı bir takım ifadeleri rahat rahat kullanabiliyorlar. Türkiye çok kısa zamanda dış politikada Yunanistan’ın oyununa gelmeyen, diplomasiyle, diyalog yoluyla kendi sorunlarını çözebilen bir dış politikaya dönmelidir. Dış politikayı böyle bir takım kaba tehditlerle yürütmeye çalıştığınız takdirde medeni dünya asla Türkiye’nin “kendi değerleriyle hareket ettiğine” inanmayacaktır.

ADALAR MESELESİ NASIL ÇÖZÜLÜR?

■ Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yunanistan’a “Adaları işgaliniz bizi bağlamaz, daha ileri giderseniz bedeli ağır olur” dedi. Yunanistan AB üyesi olduğu için “Türkiye, AB’yi tehdit ediyor” dedi. Bugüne kadar adalar işgal edilirken Türk Hükümeti ses çıkarmadı, şimdi “bedeli ağır olur” sözleri savaş mı kast ediyor?

Bunun tabii hiçbir şekilde söylenmemesi gerekir, bugün Türkiye’nin Yunanistan’la savaşa girmek gibi bir eğilimi veya hesabı olmamalıdır, çünkü bu Türkiye’yi çok zor bir duruma sokar, ancak şunu da unutmamak gerekiyor; “Adaları işgaliniz bizi bağlamaz” ifadesi bence hiçbir şekilde savunulacak bir ifade değil, elbette bizi bağlar, madem ki bir işgal olduğunu görüyoruz o zaman bunun düzeltilmesi için gerekli hukuk yollarına ve Yunanistan’la bunu gündeme alıp konuşmaya gerek var. Bir yandan adaların işgal edildiğini kabul etmiş gibi bir ifade kullanıyoruz, bir yandan da “Daha ileri giderseniz” diyoruz, bundan daha ilerisi ne olabilir ki? Burada bütün mesele; uluslararası hukuka göre silahsızlandırılmış statüde olması gereken adaların Yunanistan tarafından silahlandırılmış olmasıdır, bu uluslararası hukuka aykırıdır, ancak bunu eğer diplomasi yolunu kullanmadan “Bu bizi bağlamaz, şimdilik önemsemiyoruz ama daha ileri giderseniz o zaman size gösteririz, İzmir’i unutmayın” filan gibi ifadelerle çözülmez bu mesele. Çözülmesinin yolu; Türkiye’nin Yunanistan’a “haklarını taviz vermeksizin savunacağını” göstermesi ile sağlanır, bunu göstermenin yolu da diyalogdur. Bunu yapmadığınızda Yunanistan “Beni koruyun” diyerek sırtını AB ülkelerine, NATO’ya dayamaya çalışıyor, bu fırsatı vermemek lazım.

■ Şu anda olay çok ilerlemiş vaziyette, durum nasıl düzelecek belli değil...

İktidarın değişmesiyle olur, hiç merak etmeyin.


Erdoğan, BM’de yanlış yapmamalı


■ Cumhurbaşkanı Erdoğan 20 Eylül’de NewYork’ta başlayacak olan Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısına katılacak. Burada Suriye ve Yunanistan konuları konuşulacaktır –konuşulmalıdır- Ne olabileceğini düşünüyorsunuz?

Normal şartlarda 20 Eylül’de BM Genel Kurulu başladığında her ülkenin kendisine verilen sürede yaptığı bir konuşma vardır, Sayın Erdoğan katılacaksa o da bir konuşma yapacaktır ve o konuşmada Türkiye’nin güncel dış politika konularını mutlaka dikkate ve gündeme getirecektir ama umarım o konuşma sırasında, o kadar büyük bir camianın önünde ve öylesine önemli bir kurumda Türkiye’nin olumsuz algılarını daha da güçlendirecek ifadeler kullanılmaz. Çünkü bunları kullandığımız takdirde Yunanistan bunu da fırsat bilerek bütün Birleşmiş Milletler camiasına Türkiye’yi kötüleme imkanına sahip olacaktır. Orada yapılacak olan konuşmada; Türkiye’nin gerek Suriye’de, gerek Yunanistan’la olan ilişkilerinde diyaloğa, diplomasiye, sorunların barışçıl yollardan çözülmesine, uluslararası hukuka saygı duyan bir yaklaşım içinde olduğunu çok kuvvetle vurgulanması doğru olur. Öte yandan, elbette BM bazı ikili görüşmeler yapılması için önemli bir fırsattır, Sayın Erdoğan Miçotakis’le artık görüşmeyeceğini söylemişti, onun için herhalde NY’da böyle bir görüşme olmaz ama başka ülkelerle, devlet başkanlarıyla görüşmeler yapabilir. Esad’ın NewYork’a gidip gitmeyeceğini bilmiyorum çünkü Esad yıllardır Moskova dışında hiçbir yere gitmiyor, sadece Putin’le görüşüyor, NewYork’a da gitmeyeceğini zannediyorum ama BM Genel Kurulu toplantıları ikili görüşmelerin yapıldığı ve liderlerin kendi ülkelerinin dış politikalarıyla ilgili yaptıkları konuşmalarda verdiği mesajlardan ibarettir, orası sorunların çözülebileceği bir ortam değildir.

ŞAM’LA DİYALOG HALİNDE OLMALIYIZ

■ Erdoğan “Esad Özbekistan’a gelse görüşürdüm” dedi ama Esad görüşme için ilk şart olarak “Suriye’den çekilin” diyor, bu durumda anlaşabilirler mi? Esad böyle demesine rağmen Erdoğan neden hala “Gelse görüşürdüm” diyor? Ve Esad sizce Türkiye’deki mültecileri alır mı?

Mülteciler kelimesini kolaylık olarak kullanıyoruz ama biliyorsunuz aslında “geçici koruma altındaki Suriyeliler olarak adlandırıyoruz” onları. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu konuda çok net bir tutumu var, Genel Başkanımızın defalarca vurguladığı gibi her şeyden evvel Şam ile diyalog içinde olmamız gerekiyor, çünkü bu sorunu Şam’dan başka kimseyle çözemeyiz. Bu diyalog sağlanmadığı müddetçe Türkiye’nin Suriyelilerle ilgili sorunu çözme imkanı yoktur. Suriyelilerin geri dönüşü teşvik edilmeli ve bu dönüş gönüllü bir şekilde yapılmalıdır ve bunu teşvik için çözümlerde “göç sorunu” en çok onlara sorun yaratacağı için AB ülkelerinin külfet paylaşımında Türkiye’ye yardımcı olması gerekir. Gönüllü olarak dönecek Suriyelilerin, döndüklerinde herhangi bir cezai müeyyideye veya takibata maruz kalmayacakları sözünün de yine Şam yönetiminden alınması gerekir. Elbette Türkiye’nin Silahlı Kuvvetler’inin Suriye’de kalmasına ihtiyaç olmadığı bir ortam ortaya çıktığında herhalde TSK Türkiye’ye dönecek, Mehmetçiğimiz vatanına, ailesine kavuşacaktır. Ama bunun zamanı bu şekilde ön şart koyarak belirlenemez, bunun zamanı süreç içinde Suriye-Türkiye ilişkilerinin düzelmesi, Türkiye’nin güvenliğinin Suriye’nin verdiği güvencelerle sağlanması ve Türkiye-Suriye sınırının da çok ciddi bir şekilde Suriye’nin kontrolüyle düzeltilmesiyle olabilir ancak. Diyaloğa başlamadan önce Esad’ın “Önce kuvvetlerinizi çekin, sonra görüşürüz” gibi bir ön şartı asla kabul edilemez. Basın üzerinden bir takım demeçlerle süreci götürmek diyalog imkanı varsa bunu ön şartlar ileri sürerek kapatmak doğru değildir, diyalog yollarıyla ve sabırla hareket etmek gerekir. Erdoğan’ın “Özbekistan’a gelse görüşürdüm” ifadesi Esad orada olmadığı için kolay söylenmiş bir ifade, gitmeden önce söylemiş olsaydı belki böyle bir imkan ortaya çıkabilirdi.