Biz küçüktük diye mi her şey o kadar büyük gelirdi bize?

At arabaları mesela...

Hareket halindeyken binmek acayip zordu. Yakalayacaksın, iki elini römorkun zeminine bastıracaksın, kollarından ve sol bacağından güç alarak bedenini arabanın üstüne atacaksın...

Şimdi bakınca, at arabası ne kadar alçakmış meğer!

Binmesi de ne kadar kolay!

Lisenin çevresindeki duvarlar mesela...

Boyumuzdan çok daha yüksekti ve üzerinden atlamak neredeyse imkansızdı. Bu yetmiyormuş gibi bir de üstüne beton döküp betonu da cam kırıklarıyla kaplamışlardı. Hafta sonu evci izni vermediklerinde bir punduna getirip o duvarlardan atlayabilmek ve eve gidebilmek için ne riskler alırdık.

Şimdi bakınca, duvar ne kadar alçakmış meğer!

Aşması ne kadar kolay!

Hükümet konağı binası mesela...

Bütün evlerin tek katlı olduğu bir yerde üç katlı bir bina. Önünde devasa bir Atatürk heykeli ve meydan, içinde bitmeyen merdivenler. Tam anlamıyla baş döndürücü. Koridorlar ne kadar uzun, kapılar ne kadar yüksek. Memurların masalarında ne kadar çok pembe dosya var, ne kadar çok saman kâğıdı. Şimdi bakınca, hükümet konağı binası ne kadar küçükmüş meğer.

★★★

Bizim ilçenin hükümet konağına son girdiğimde bunları düşünmüştüm. Mahkemeyi ve kalemi gözüm aramıştı ama bulamamıştım.

(Adalet Bakanlığı tasarruf çerçevesinde ilçe de olsa küçük yerlerde mahkeme bulundurmuyormuş artık. İlçede değil ilde adalet araman gerekiyormuş.)

Lisede cemaatçi öğrencilerle kavga edip savcıya ifade vermeye gittiğimizde ne kadar büyük ve ürkütücü gelmişti o mahkeme odası.

Olayı düşünüp gülümserken, 80’li yıllarda yaşanan başka bir olayı daha anımsamıştım:

Bizim ilçede aşağı mahallenin çocuklarıyla “Küba mahallesi” dediğimiz yukarı mahallenin çocukları kavga etmişti. Yukarı mahallenin çocukları, aşağı mahallenin çocuklarından daha şerbetli ve hazırlıklıydı kavgaya.

Aralarında M. de vardı (Adını açık yazmak istiyordum ama bir çocukluk arkadaşım ‘adını yazarsan senden telif ister’ diye gülerek takılınca yazmaktan vazgeçtim).

M.’ın bir de copu vardı. İç içe geçen ucundan geri basınca küçülen metal bir cop.

M. kavgaya o copla katılınca, haliyle de yukarı mahalle kavgada avantajlı hale gelmişti. Kavga büyüyünce ve aşağı mahallenin çocukları yara bere içinde kalınca iş, sözünü ettiğim o mahkeme odasında son bulmuştu.

Çocukların akrabaları da koridoru doldurunca hayli şenlikli bir sorgulama olmuştu. Hâkimin ve savcının bütün baskısına rağmen M. suç aleti olan copun kendisine ait olduğunu kabul etmemişti.

Hâkim ve savcı da çocukların kavgası diye üzerinde fazla durmamıştı.

Hâkim “Bu seferlik sizi bırakıyorum. Bir daha gelirseniz hepinizi cezaevine gönderirim” diyerek çocukları eve göndermişti.

Çocuklar odayı boşaltırken, hâkim son derece akıllıca bir hamle yapmıştı.

Sol tarafında duran copu göstererek, “Arkadaşlar copunuzu almıyor musunuz” diye sormuştu.

Hâkimin bu sorusuna doğal olarak sadece M. kulak kesilmişti. Bir ara duraksayarak kapıda bekleyen annesine seslenmişti:

“Ana copumu almıyem mi?”

Sorgulama sırasında sahipsiz kalan bir suç aleti, zekice bir manevra ile sahibini bulmuştu.

Olay komikti ama gerçeğin akıllıca hareket edildiğinde er ya da geç ortaya çıkarılabileceğini göstermesi açısından ders niteliğindeydi. İlçede bu olay hâlâ konuşulur. Cop vakası hala M.’a takılmak için kullanılır.

★★★

Narin cinayeti de aktardığım duruma benzemiyor mu biraz? Bir mahkeme odası düşünün.

- Suç ortada sabit.

- Cenaze ortada sabit.

- Cenazeyi bir derede çuvala koyup saklayan kişi(ler) ortada sabit.

- Narin’in öldürüldüğü ve cenazesinin çuvala konularak derede saklandığı saatlerde aile fertleri arasındaki yoğun iletişim ortada sabit.

- Sadece suç aleti ve onu sahiplenecek/kabullenecek bir katil ortada yok.

Bunca teknolojiye, personele, veriye rağmen gerçek katilin bulunamaması, soruşturmaya gölge düşürecektir.

Narin soruşturmasında görev alan yargı mensupları ve kolluk kuvvetleri de Narin’e ve kendilerine bu görevi veren millete karşı sorumlulukları gereği gerçek katili ortaya çıkarmanın bir yolunu bulmalı.