‘Saul’un Oğlu’, çok sarsıcı, etkisini uzun süre üzerinizde taşıyacağınız sert bir soykırım filmi.

Yahudi soykırımı sinema tarihinin en çok işlenen konularından biri. Bunda Yahudi lobisinin sinema endüstrisindeki gücünün de büyük etkisi var. Ancak bu kadar çok üzerinde proje üretilen bir meseleden hâlâ değişik ve güçlü filmler çıkarılabiliyor olması başka türlü bir beceri ve kesinlikle çok değerli.

Bu seneki Akademi Ödülleri’nde, ‘En İyi Yabancı Film’ kategorisinin en güçlü adayı olan ‘Saul’un Oğlu’, 2. Dünya Savaşı sırasında çok fazla insana mezar olan toplama kampı Auschwitz’in hiç görmediğimiz yerlerine girmekle kalmayıp, o kadar usta işi bir sinematografi sunuyor ki, hayran kalmamak elde değil. Üstelik Macar yönetmen László Nemes’in ilk filmi bu.

Kampta Naziler tarafından mahkumları düzene sokmak ve hatta onların sistemli bir şekilde imha edilmelerine yardımcı olmak için görevlendirilen Yahudilerden biri olan Saul, oğlunun gaz odasındaki ölümüne sessiz bir çaresizlikle şahit olur. Hiç değilse düzgün gömülebilmesi için cesedini saklayıp, son duasını okuyacak bir haham bulmaya çalışır iki gün boyunca. Saul’un bu arayışı sırasında, kampın diğer filmlerde daha önce çok sık görmediğimiz gaz odalarının bütün arka planını ve orada olan biteni izleyebiliyoruz. Filmin tamamı, Saul’un bakış açısına ve gördüklerine odaklanmış bir kamera açısıyla izleyicilere sunuluyor. Saul’un etrafında yaşanan büyük vahşeti alıştığımız tonda, geniş açılı sahnelerle değil, bilakis daraltılmış bir çerçevenin içine sıkıştırılmış, klostrofobiye maruz kalmış bir ruh haliyle izliyoruz. Saul’un bu cehennemin içinde ısrarla haham araması belki biraz fazla görünüyor en başta. Ama yakın bir arkadaşının birkaç kere ona “Senin oğlun yok” demesi Saul’un psikolojisini başka bir noktaya taşıyor. Belki de Saul aslında kendisini hayata bağlayacak bir şey arıyor! Saul’u canlandıran oyuncu Géza Röhrig’in de ilk sinema filmi deneyimi olmasına rağmen son derece dozunda bir performansı var.

Tarihin en sarsıcı savaş filmlerinden biri olarak kabul edilen 1985 yapımı ‘Gel ve Gör’le kıyaslanan ‘Saul’un Oğlu’, hem hikayesi hem de anlatım tarzıyla son yıllarda izlediğiniz en çarpıcı film. Bazen insanlığımızı ve hayatın değerini anlamak için ciddi anlamda sarsılmamız gerekir. ‘Saul’un Oğlu’ işte tam da bunu yapan bir film...



Yönetmen: László Nemes
Oyuncular:  Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn
Süre:107 dakika

KÜÇÜK ODA BÜYÜK AŞK




Bu senenin Oscar adayı filmlerinden biri olan ‘Gizli Dünya’nın hikayesi, ünlü yazar John Fowles’ın ülkemizde de bilinen romanı ‘Koleksiyoncu’ gibi başlıyor. Joy adlı gencecik bir kız, ona kafayı takan bir adam tarafından kaçırılmış ve yedi sene boyunca küçücük bir odaya hapsedilmiştir. Adam onu ilişkiye zorlamış ve Joy beş yıl önce o küçücük odada bir erkek çocuk doğurmuştur. Jack ve Joy bu zorba adamın esareti altında, küçücük bir dünyanın içine hapsolmuşlardır. Ancak bir gün anne-oğul zor bir plan yapar ve dışarı çıkmayı başarırlar.


‘Gizli Dünya’ üç perdeden oluşuyor. İlk perde, onlar dışarı çıktıklarında sonlanan bir esaret hikayesi. İkinci perde, dış dünyaya uyum sürecini, son perde ise anne-oğulun aralarındaki ilişkiyi yeni baştan kurmalarını anlatıyor. Zaten film, bir evladın da annesine annelik yapabileceğini anlatıyor esas olarak... Muhatabını daha kağıt üzerindeyken bile duygulandırabilen bu hikaye bir roman uyarlaması ve yazarı tarafından senaryolaştırılmış. Ayrıca Jack’in yirmili yaşlarındaki annesinin anlattığı kadarıyla sınırlı olan dünyası, dışarı çıkınca ciddi anlamda sarsılır. Bu da neredeyse başlı başına bir başka film konusu. Ancak film çok daha fazlasını anlatmaya soyunurken, bunu çok iyi damıtılmış bir senaryoyla yapamıyor. Özellikle orta kısımda hikayeye dahil olan karakterler, yani Joy’un anne-babası, annesinin yeni kocası Leo, medya mensupları, avukat, doktor gibi karakterler hikayenin özünü dağıtıyorlar biraz.

Böyle olunca da anne-oğulun dışarı çıkmasından itibaren filmin fazla uzadığı hissine kapılıyoruz ister istemez.

Fakat anneyi oynayan Brie Larson ve küçük Jack’i canlandıran Jacob Tremblay’ın performansları filme büyük katkı sağlıyor. Brie Larson ‘En İyi Kadın Oyuncu’ Oscar’ının en güçlü adayı gibi duruyor. Ama küçük oyuncu Jacob’ın son derece inandırıcı oyunculuğu, hem filmin kalbi hem de en büyük kozu.



Yönetmen: Lenny Abrahamson
Oyuncular: Brie Larson, Jacob Tremblay, Sean Bridgers
Süre: 118 dakika

!f İSTANBUL'DAN ÖNERİLER…

Bu sene 15’incisi gerçekleştirilen !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali 18 – 28 Şubat’ta  İstanbul’da, 03 – 06 Mart’ta ise Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. Birbirinden değerli eski-yeni pek çok film var programda. Benim özellikle tavsiye edebileceğim 5 film ise şunlar:

Sen Benimsin (A Bigger Splash)
‘Benim Adım Aşk’ ile dikkat çeken yönetmen Luca Guadagnino’nun yeni filmi ülkemizde de bilinen 1969 yapımı Fransız filmi ‘La Piscine’in yeniden çevrimi...

Naciye
Lütfü Emre Çiçek’in ilk filmi Türk sinemasında örneğini çok görmediğimiz bir gerilim-korku hilayesi anlatıyor...

Yeniden Başla (Demolition)
Geçen yılın Oscar adayı filmlerinden ‘Sınırsızlar Kulübü’nün yönetmeninden bir kara komedi...

Tangerine
2015’in yabancı festivallerde büyük ilgi gören bağımsız yapımlarından biri.

Davet (The Invitation)
Yurtdışında çok iyi eleştiriler almış ilgi çekici bir korku-gerilim filmi...