Annem anlatırdı... Gençliğinin Bağdat Caddesi’nde o zamanın yazlık mekânları Caddebostan, Şaşkınbakkal, Bostancı, Erenköy semtlerinde geçtiğini ve o günlerin hafızasında nasıl derin izler taşıdığını...
★★★
Henüz Boğaziçi Köprüsü inşa edilmemiş. 1960’lar, 70’lerin başı... Sultanhamam, Mercan esnafı yazları adalara, Kadıköy’ün belli semtlerine ya da Tarabya’ya sayfiyeye çıkardı.
Yazın, okullar kapanınca Bağdat Caddesi şenlikli günlerine döner, deniz kenarındaki çay bahçeleri kışınki mahzunluğunu bırakır, cıvıl cıvıl bir hale bürünürdü. Plajlar dolar, adalarla sahil arasındaki mavilikte sandallar, sürat motorları dolaşırdı.
★★★
Babalar akşamları Karaköy, Eminönü’nden kalkan vapurlarla evlerinin yolunu tutar. Bazıları da Haydarpaşa’dan banliyö trenine geçer, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Suadiye istasyonlarında inip evlerine dağılırdı.
Akşamları Caddebostan Budak Sineması’nın önü gençlerin buluşma noktasıydı. Bütün gün plajlarda güneşlenen, denize giren gençler akşam aileleriyle yemek yer, sonra süslenip püslenip caddeye çıkarlardı.
★★★
O yıllarda Bağdat Caddesi’nin deniz tarafı Kalamış’tan Bostancı’ya kadar muhteşem yalılarla doluydu. Sahile inen her sokağın sonunda bir kayıkhane... İnsanlar mayolarını giyer, ince bir elbise geçirir, sahile inip sandal kiralar, açılır, güneşlenir, denize girerdi.
Fotoğraftaki çift gibi... Onlar Moda’da su kayağı yapan İsmet İnönü’nün kızı Özden İnönü Toker ve eşi Metin Toker... Toker çifti, o yaz günlerinin simalarından biriydi. İstanbul’un İstanbullulara ait olduğu günlerdi. Boğazda su kayağı yapıldığı günler... Son günler...
Ve sonra...
Bir bayram günü, Caddebostan Plajı’nı elinde sigarası, şişesi, çöpü, bağırışı, kavgasıyla bastı magandalar... Sadece kıyıya değil, ruha basan kalabalıklar... Denizle şehir arasındaki o masmavi bağı yırtan; aileleri, kadınları plajdan kaçıran kalabalıklar.
İçim sızladı.
Bir zamanlar Saint-Tropez’e benzeyen bu kıyılarda, şimdi ne deniz kaldı ne o günlere ait bir yapı ne de insan dokusu...
Oysa İstanbul denizle konuşurdu. Şimdi bağıra bağıra susuyor.
Özden İnönü Toker- Metin Toker
Alcaraz’dan kaçış yok!
Carlos Alcaraz. Henüz 22 yaşında. Ama kortta sanki bütün zamanların enerjisini taşıyor. John McEnroe’nun değişiyle “Rolling Stones + Beatles + Led Zeppelin” karışımı bir sahne adamı. Yani hem yetenekli hem gösterişli biri...
Federer’in zarafeti, Nadal’ın yırtıcılığı, Djokovic’in zihinsel kalesi... Hepsinden bir şey var onda. Ama yalnızca korttaki değil, kort dışındaki dünyası da onu özel yapıyor. Çünkü raketle dövüşürken, aklı tahtada hamle kuruyor. Çünkü Alcaraz, bir satranç oyuncusu.
★★★
İspanya Murcia’da büyükbabasıyla başladığı bu siyah-beyaz oyunun, onun renkli oyununa bu kadar yön verdiğini kim bilebilirdi? Satranç onun gizli antrenman sahası gibi. “Satranca ne kadar zaman ayırırsam, sahada o kadar soğukkanlı oluyorum” diyor. Doğru. Bunu rakibi 3 kez şampiyonluğu kazanma sayısında iken attığı drop-shot’larda gördük. Her vuruş bir hesap, her maç bir açılış. Kortta gözü kara ama kafası karışık değil. Çünkü satranç ona soğukkanlılığı, sabrı ve en çok da “beklemeyi” öğretmiş. Beklemenin de bir hamle olduğunu...
★★★
Pazar gecesi Roland Garros’ta beş saati aşkın finalde, iki set geriden gelip şampiyon oldu. Fiziksel dayanıklılık kadar zihinsel dayanıklılık da gerekiyordu. İşte orada devreye giren bir başka silahı daha vardı: Uyku.
Evet, Alcaraz’ın sırlarından biri de siesta. Her antrenman öncesi, her maçtan önce kısa bir uyku çekiyor. Kestirme değil bu. Taktiğin parçası. Bir tür biyolojik açılış hamlesi. “Uyumadan olmaz” diyor. Bilim de arkasında. Siesta, hafızayı tazeliyor, refleksleri keskinleştiriyor, zihni arındırıyor. Alcaraz, korta zihinsel olarak sıfırlanmış, pilini fullemiş şekilde çıkıyor.
★★★
Bir Grand Slam kazanmak için kas yetmez. Zihin lazım. Ama bu zihnin, ara sıra kapanıp yeniden açılması da lazım. O yüzden satrançla plan yapıyor, uyuyarak uyguluyor. Ve işin güzel yanı, bu karışımı kimsenin laboratuvarında değil, büyükbabasının koltuğunda ve İspanyol geleneklerinin gölgesinde kurmuş.
Alcaraz’ın hikâyesi, modern sporcunun neye benzediğini gösteriyor bize. Kas ve karakterin, gelenek ve geleceğin, eğlence ve disiplinin bir sentezi bu. Ve şunu da ekleyelim: Hata yapsa da ardından beklenmedik bir yaratıcılık sergiliyor bu çocuk.