Makedonya’da yaşayan Sakip ağır hasta olan babasının son dileğini yerine getirmek üzere, üvey kardeşini bulup babasına götürmek için İstanbul’a gelir. Gayrimeşru bir çocuk olarak babasız büyümek zorunda kalmış olan Selim ise kendi dünyasında yaşayıp gitmektedir. Bu yüzden Sakip’le gelmek istemez. Ama bir şekilde kendilerini aynı külüstür arabanın içinde Bulgaristan’a doğru giderken bulurlar... Yolda da didişmeleri devam eder, bir ara da yolları bir Çingene düğününe düşer... Eve vardıklarında ise bir sürpriz onları bekliyordur.
Aslında benzeri hikayelere özellikle de Amerikan bağımsız sinemasında sıkça rastlıyoruz. “Limonata”nın bu anlamda bir yeniliği yok. Neredeyse aynı formülleri uyguluyor. Birbirini yeni bulmuş ya da uzun süre görüşmemiş iki uyumsuz kardeş uzun bir yolculuğa çıkarlar ve ikisi de hem kendilerini hem de aralarındaki kan bağını keşfederler.
Bu formülü gayet iyi özümsemiş bir film izlenimini veren “Limonata”da Serkan Keskin ve Ertan Saban’ın da performanslarının katkısıyla iki kardeşin sahneleri o kadar güzel bir uyumla gerçekleştirilmiş ki, Hollywood olsa hemen onları bir ikili olarak birkaç filmle daha bağlar. Nitekim ikisinin bir araya geldiği daha ilk sahnelerden itibaren “Limonata” çok yüksek bir enerjiyle başlıyor. Çok komik sahneler izliyoruz. İki kardeşin birbirleriyle karşılaşması, sonrasında bir süre didişmesi son derece akıcı bir şekilde ilerliyor. Ancak filmin ortasında
Bulgaristan’a vardıklarında hikayenin temposu bir anda düşüyor. Oysa hikayeyi komediden drama indirmenin safha safha gerçekleştirilmesi ve seyircide bir dengesizlik hissi bırakmamak gerek. Filmin yarısında hikayenin komedisi tükeniyor, dramı yükseliyor. Hiç hazırlığı yapılmamış bir kadın karakter hikayeye girer gibi oluyor ama onda da çok çekingen davranılmış. Yani maalesef konu yine dönüp dolaşıp filmlerimizdeki senaryo sorununa geliyor.Ali Atay’ın yönetmenlik konusunda falso vermediği “Limonata”, daha dengeli bir senaryoyla daha çok ilgi odağı ve büyük bir hit film olabilirdi. Ancak yine de şu sıralar vizyondaki pek çok Türk filminden çok daha iyi ve samimi bir film olduğu kesin.
Limonata
Yönetmen: Ali Atay
Oyuncular: Serkan Keskin, Ertan Saban, Funda Eryiğit
Süre: 110 dakika
İzleniyoruz hepimiz!
Bizde birilerini rahatsız eden belgeseller bir bir yasaklanıp, izleyicilerinden kaçırıladursun belgesel sinemanın gücü tüm dünyada giderek artıyor. Nitekim bazı engelleme çabalarına rağmen çekilmesinin önüne geçilememiş, hatta “En iyi Belgesel” dalında Oscar ödülü kazanmış türünün çok iyi örneklerinden biri “Citizenfour”.
Bizde Gezi Direnişi’nin yaşandığı sıralarda Batı dünyası bu filmin öznesi olan Edward Snowden adlı genç bilgisayar dehasının önlenemeyen ifşaatını konuşuyordu. Snowden, ABD hükümetine çalışan bir yazılım şirketinde çalışıyorken öğrendiklerini tüm dünyanın bilmesi gerektiğine karar verir ve çok cesurca bir hareket yapar: Bu filmin yönetmeniyle bağlantı kurar. Peki nedir Snowden’in açığa çıkardığı gerçek? 11 Eylül bahane
edilerek tüm Amerikalıların hatta başka ülke vatandaşlarının bile kişisel internet verilerinin, telefon konuşma ve mesaj bilgilerinin depolanması ve didik didik edilmesinin önünü açan teknolojinin kurulması.. Yani bildiğiniz “büyük birader” sisteminin resmen kurulmuş olması..Yönetmen Laura Poitras, “Citizenfour”u sanki “Michael Mann bir belgesel çekse nasıl olurdu?” mantığıyla çekmiş gibi... Filmin neredeyse yarısı Poitras ve iki gazetecinin bir araya geldiği bir otel odasında geçiyor olmasına rağmen heyecanlı bir temposu var. Üstelik kesinlikle her dünya vatandaşının izlemesi gereken bir film bu... Hepimiz bu dünyada akvaryumdaki balıklar gibi izleniyoruz! “Kimin, buna neden hakkı var?” sorusunun cevabı da çok acı maalesef...
Üstelik bu kadar Amerikan karşıtı bir filmin Oscar alıp tüm dünyada dağıtıma çıkabilmesi de dikkate alınması gereken başka bir detay..
Citizenfour
Yönetmen: Laura Poitras
Oyuncular: Edward Snowden, Glenn Greenwald
Süre: 114 dakika
Dişi öfke

Vahşi erkeklerin arasına dalan silahlı seksi kadın imajı sinemanın vazgeçemediği imajlardan biri tabii ki… Bu minvalde Salma Hayek’in ilerleyen yaşına rağmen (seneye 50 yaşına giriyor) cazibesini koruyan bol kıvrımlı vücudunu iyi kullanıyor doğrusu “İntikam Kapanı”!
Japon mafyası (ya da Yakuza), adı belirtilmeyen bir şehirde bir apartmanın bir katını hatırlı misafirleri için zaptetmiş. Çete için fahişelik yapmaya zorlanan kadınlar bu dairelerde dışarıyla bağlantıları kesik bir şekilde tutulmaktalar anlaşılan. “Anlaşılan” diyoruz çünkü film yeterince açıklamıyor bu durumu. Ama içlerinden biri olan, dört yıldır da annesi ve küçük kızından koparılarak çalıştırılan Everly, bir polisle gizli bir anlaşma yapmıştır. (Film bu konuyu da pek açmıyor zaten.) Patron Taiko bunu keşfettiğinde Everly’nin yaşam mücadelesi başlar. Taiko’nun adamları, tuttuğu polisler ve para ödülüyle kandırılan diğer fahişeler Everly’i öldürmek için onun içinde olduğu daireye saldırılar düzenlemeye başlarlar.
Biraz “Kill Bill”den biraz da “Nikita”dan nasiplenen hikayesiyle ve Salma Hayek’in de etkisiyle film belli bir izleme keyfi sunuyor sunmasına ama ne Everly’nin karakterine yoğunlaşılmış ne de hikayenin mantığına kafa yorulmuş. Zeka dolu, kıvrımlı bir senaryo olmayınca aynı apartman dairesi içinde sağa sola ateş eden karakterleri izlemekten başka bir şey kalmıyor geriye. Araya biraz da “Testere” çağrışımlı işkence sahnesi katmayı ihmal etmedikleri bir “Zor Ölüm” denemesi sanki. Oysa 90’lı yılların aksiyonlarına damgasını vuran “Zor Ölüm”de karakter ve zeka da vardı hiç değilse...Belki de Salma Hayek bu filmde oynamayı feminist bir bakış açısıyla kabul etti. Ama o zaman da kameranın bulduğu her fırsatta dolgun göğüslerinde, kalçasında dolaşmasına izin vermeyecekti!
İntikam Kapanı
Yönetmen: Joe Lynch
Oyuncular: Salma Hayek, Hiroyuki Watanabe, Laura Cepeda
Süre: 92 dakika
Sıradan bir denizaltı gerilimi

Denizaltı filmlerinin klostrofobik gerilim filmleri içinde ayrı bir yeri vardır. “Kara Deniz” türünün şık filmlerinden biri ama maalesef aceleye getirilmiş gibi duran senaryosunun kurbanı olmuş.
Robinson özel bir denizcilik şirketindeki işinden haksız bir sebeple kovulur. Karısından boşanınca oğluna hasret yaşıyordur zaten. Şimdi bir de işsiz ve kızgındır. Eski bir çalışma arkadaşından Karadeniz’in derinlerinde II. Dünya Savaşı’ndan kalma batık bir denizaltıda külçe külçe Nazi altınları olduğunu öğrenir ve esrarengiz bir finansörün de yardımıyla bir ekip kurarak, Kırım’dan satın aldıkları eski bir Rus denizaltısıyla yola çıkarlar. Ekibin yarısı İngiliz diğer yarısı da Rus denizcilerden oluşur. Ancak hiçbir şey yolunda gitmez. Mürettebatın Rus ve İngilizleri birbirlerine girer. İngiliz olanlar Rusların da ganimeti aynı oranda paylaşmasını istemez çünkü...
Bir amaç için bir araya gelmiş ekiplerin macerasını anlatan filmlerin düşebileceği en büyük tuzak ekibin ve misyonlarının bir an önce kurulup ‘büyük plan’ı başlatmadaki aceleciliktir. “Kara Deniz”in tecrübeli yönetmeni Kevin Macdonald’ın düştüğü ilk tuzak bu. Karakterlerini doğru düzgün işleyemeden onları hemen yola çıkarıyor. Sonrasında da yine tam derileştiremediği, sağlam kuramadığı bir gerilim ortamı yaratıyor ekip arasında. Nitekim en başından beri sorun yaratacağı kesin olan Fraser adlı dalgıcı ekibe alan Robinson yaklaşan felaketin önüne bir türlü geçemiyor. Fraser’ın psikopat ruhunu ise sadece bazen deli deli bakmasıyla açıklıyor film!
Kara Deniz
Yönetmen: Kevin Macdonald
Oyuncular: Jude Law, Scoot McNairy, Ben Mendelsohn
Süre: 114 dakika