Düşünen insanı, hangi eğitim sistemi doğurur?
“Düşünüyorum, öyleyse varım” demiş Dekart (Descartes).
Peki bu cümle nasıl kuruldu?
Adam aynanın karşısına geçip saçını tararken söylemedi bunu.
Ta 1600’lerin başıydı. Gözlerini kapadı, doğrudan kendi zihninin derinliklerine baktı.
Dedi ki: “Duyular aldatıcı olabilir. Dış dünya bir yanılsama olabilir. Vücudum bile bana ait olmayabilir. Şu an gördüklerim rüya olabilir. Var olduğumu nasıl bileceğim” (Matrix filmindeki gibi düşünmüş, o tarihte!)
Sonra birer birer silmeye başladı: Dünya ya yoksa, bedenim ya yoksa, geçmiş yoksa, Tanrı belirsizse... Geriye ne kalır?
Kendi varlığının tek kanıtı, hâlâ olan bitenden şüphe edebiliyor olmasıydı. O hâlde: “Şüphe ediyorsam, düşünüyorum; düşünüyorsam gerçekten ben bu evrende varım” dedi.
Bu yalnızca bir felsefe değil. Aklın ve sorgulamanın en sade formülüydü.
Bu tarz zekâ ancak müfredatla yetişir, müridatla değil.
★★★
Bir ülkenin geleceği, hangi öğretmeni daha çok atadığına bakılarak okunur.
Millî Eğitim Bakanlığı açıkladı. Öğretmen kontenjanları belli oldu.
Matematik 117, Fizik 61, Kimya 49, Biyoloji 27, Felsefe 41, Din Kültürü 1802!
Bu bir sayı değil, ideolojik bir yön tayini.
★★★
Amerika, her yıl “STEM” diye bağırıyor: Science, Technology, Engineering, Math’ın baş harfleri...
Her 4 çocuktan biri kodlama öğrenerek mezun oluyor.
MIT Üniversitesi yapay zekâ müfredatını liseli gençlere açıyor, erken yaşta AI eğitimi başlıyor.
Bizdeyse hâlâ “şeytan icadı mı?” soruları soruluyor.
★★★
Çin, her ilkokula robotik laboratuvar kuruyor.
8 saat yapay zekâ dersi ilkokulda zorunlu.
13 yaşındaki çocuklar kuantum algoritması yazıyor.
Türk çocuğuna hâlâ “melekler kaç kanatlı?” diye soruluyor.
★★★
Almanya’da mesleki eğitim reformlarıyla sanayi 4.0’a geçildi.
Her 10 öğrenciden 7’si mezun olmadan işe yerleşiyor.
Bizdeyse hâlâ müfredatta “gazali, farabi, haram, helal” var.
Evrim teorisi yok, algoritma yok, karbon ayak izi yok...
Ama ‘akıllı tahta’ çok şükür hep var.
★★★
Kuzey ülkelerinde felsefe ilkokulda başlıyor, giderek ağırlığı artıyor.
Finlandiya’da minikler günde 4 saat ders görüyor, gerisi “eleştirel düşünceye” ayrılıyor.
Bizde felsefe öğretmeni 41 kişi.
Çünkü düşünmek tehlikeli, dua etmek daha garantili.
Fizik hocası 61 kişiyle evreni anlatacak,
Din hocası 1802 kişiyle cennetin sırlarını verecek.
★★★
Ve sonra biz bu çocuklardan, “yapay zekâ üretsinler, Nobel alsınlar, uzaya çıksınlar” bekliyoruz.
Dekart bugün kalkıp Türkiye’ye gelse, bir durur bakar,
“Düşünüyorum, öyleyse kaçayım” derdi, kimse de şaşırmazdı.
Film gibi kitap!
Sinemaya gönül vermiş biri için bir kitabın kapağını aralamak, karanlık bir salona girip filmin ilk karesini beklemek gibidir. Işık sızmaz, sesler susar, dikkat kesilinir. İşte Atilla Dorsay’ın “50 Unutulmaz Film/ Bir Daha, Sinemanın Hazineleri” adlı son eserini okumak da tam böyle bir his yaratıyor.
Dorsay, yalnızca bir film eleştirmeni değil; bir hafıza tutucusu. Türk sinemasının belleğini taşıyan, dünya sinemasının kritiğini yapabilen, beyazperdeyi kaleme dökebilen yegâne bir isim. Kitabındaki her yorum, yalnız filme değil, zamana, mekâna ve insana dair katmanlar açıyor. Oyunculardan karakterlere, senaryodan repliklere, tarihsel bağlama uzanan anlatılar, okuyucuyu sinema salonundan alıp adeta bir romanın içine taşıyor. Filmleri izlemeseniz de olur; çünkü Dorsay’ın kaleminden süzülen her satır başlı başına bir sahne.
Sık sık yazılarımda film repliklerine yer veren biri olarak söyleyebilirim ki bu kitap yalnız sinemaseverlere değil, kelime sevdalılarına da hitap ediyor.
Kütüphanenizde yer açın. Çünkü bazı kitaplar okunmaz; yaşanır. Ve Dorsay’ınki, sinema kadar hayatın da içinden bir anlatıdır.