Steve Jobs, öldükten sonra bile değerine değer katan, ‘marka’ haline gelmiş bir isim. Onun hakkında yapılan bu ikinci sinema filmi, bu durumun nedenini araştırıyor...



Apple markasının hayatımızdaki yeri diğer elektronik markalarınkinden çok farklı bir yerde. Bugün günlük gazetelerin en çok okunan manşetlerinde bile bu markanın yeni ürünleri hakkındaki haberlere yoğun ilgi gösteriyorsak, telefonunu, bilgisayarını, tabletini vücudumuzun bir uzantısıymış gibi görüp adeta onsuz yaşayamaz hale gelmişsek bunun ardında bir başarı olduğunu da kabul etmemiz gerekir. 

ÜÇ PERDEDEN OLUŞUYOR


Steve Jobs’un dibe vuruşlarla dolu başarı hikayesi daha önce ‘Jobs’ adlı filmde de ele alınmıştı. Ama açıkçası o film bu beyni tam olarak anlatabilen bir film olamamıştı. Steve Jobs tabii ki farklı bir beyin, insanları kendinden uzaklaştıran bir tarzı var. Hayatındaki önemli arkadaşı Steve Wozniak’ın bu filmde de belirttiği gibi teknik bir üretim yapmadan, bunu hep başkalarına yaptıran ama ortaya çıkan üründe ‘dahi’ sıfatını hep kendisi kazanan usta bir orkestra şefidir Steve Jobs.
İlk film bunun nasıl olabildiğini anlatamamış, zeki ama huysuz bir girişimci portresi çıkarmıştı ortaya daha çok. Ama tecrübeli senarist Aaron Sorkin’in (kendisi Facebook’un yaratıcısı Marc Zuckerberg’in hikayesini anlatan ‘Sosyal Ağ’ filminin de senaristi) senaryosuyla Danny Boyle’un dinamik yönetmenliği Jobs’ın iç dünyasına daha çok girmemize olanak sağlıyor. Film farklı formatlarda çekilmiş üç perdeden oluşuyor. Jobs’ın yeni ürün sunumları yaptığı üç ayrı zamana gidiyoruz. 1984’deki ilk Macintosh bilgisayarın sunumu (16mm), Macintosh’un beklenen ilgiyi görememesinin ardından Apple ile yaşadığı ayrılığın sonrasında 1988’de gerçekleştirdiği ve yine piyasada tutunamayacak olan NeXT adlı bilgisayarının sunumu (35mm) ve sonrasında 1998’de tam bir başarıya ulaşan ve adeta hayatımıza bomba gibi düşen iMac bilgisayarın ilk sunumu (dijital). Jobs’ın her sunum öncesindeki hummalı hazırlığı sırasında bütün ekibiyle yaşadığı hesaplaşmalar toplamından oluşuyor senaryo. Bu üç perdeden oluşan yapı, zekice kurulmuş ve şahane diyaloglardan oluşuyor. Sorkin’in senaryosu bir tiyatro oyunu gibi ama Boyle’un hızlı kurgusu biraz takibi zorlasa da çok akıcı. Hızlı düşünen insanların hikayesini de hızlı diyaloglarla anlatmayı tercih etmiş Sorkin ve Boyle...

TEŞEKKÜR ETMEK İSTİYORUZ


Evet Jobs hızlı düşünen, biraz benmerkezci, empati yoksunu bir adam belki ama bu onun insani yönünü görmemize engel değil. Tam anlamıyla bir aileye sahip olmasa da bir aile içinde yaşamış Jobs. Eski patronu-arkadaşı, bir baba figürü olan John Sculley ile rekabet ilişkisi, her şeyini bilen, en yakını olan ve tüm huysuzluklarına katlanan, adeta karısı gibi olan asistanı Joanna Hoffman’a kendisini anlatma çabasını, mühendis dostları Andy ve Wozniak (onlar da kardeşleri sanki) ile inişli çıkışlı ilişkilerini çok iyi yazılmış sahnelerle izliyoruz.
Birbirinden yetenekli orkestra üyeleriyle orkestra şefi arasındaki farkı anlatıyor film. Yaratıcılığın sadece bir şey üretmekten geçmediğini, sınırları aşmanın, öncü olmanın farkını anlatıyor. Jobs’ın dibe vuruşlarını da görüyoruz. En dahi olanımızın bile zaaflardan meydana geldiğini, insan olmanın inceliklerini Steve Jobs üzerinden anlamamızı sağlıyor. Geçen hafta ‘Macbeth’te izlediğimiz Michael Fassbender’in muhtemelen ona Oscar adaylığı getirecek performansı filmi daha çok sevmemizi de sağlıyor. Diğer oyuncular da çok iyi ama Fassbender sayesinde Jobs’ı kendimize o kadar yakın hissediyoruz ki, bütün aksiliklerine, titizliğine, kırıcılığına ve kimsenin sevgisine muhtaç gözükmeyen haline rağmen ona uzanıp teşekkür etmek istiyoruz. Bu da az bir başarı değil doğrusu...


İntikamcı Peter Pan


Tıpkı birkaç yıl önce klasik Oz Büyücüsü hikayesinde yaptıkları gibi, bildiğimiz Peter Pan hikayesinin öncesini anlatan bir film olarak tasarlanmış ‘Pan’. 12 yaşındaki yetim Peter’in ikinci dünya savaşı sırasında yetimhaneden korsanlar tarafından nasıl zorla kaçırıldığını ve Neverland’e götürüldüğünü anlatıyor film. Klasik kitabın yani J.M. Barrie’nin ‘Peter Pan’ romanının satır aralarında bulunan, ünlü kahramanın geçmişine yönelik cümlelerinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir hikaye bu. Daha önce ‘Kefaret’ ve ‘Anna Karenina’ gibi yüksek bütçeli, zengin prodüksiyonlu filmleriyle izlediğimiz yönetmen Joe Wright, sanki dünyaca ünlü gösteri topluluğu Cirque du Soleil’in göz alıcı bir gösterisi gibi paketlemiş filmini. Uçan korsan gemisi İngiliz uçaklarıyla dalaşıyor, yukarıdan sarkan korsanlar çocukları yataklarından çalıyor vs... Birbirinden ilginç görsel buluşları var filmin. Etkili bir fantastik yolculuk içeriyor içermesine ama Peter’ın korsan Karasakal’la olan savaşı çocuklar için biraz tehlikeli. Nitekim Peter’ın annesini öldüren Karasakal’ı öldürme isteği görsel olarak vahşi bir şekilde desteklenmese de Peter’ı, çocuksuluğuna zarar veren bir kahramana dönüştürüyor. Bizim aslen ‘hiç büyümeyen çocuk’ olarak tanıdığımız Peter Pan, intikamcı bir çocuğa dönüşüyor ki bu da pek hoş bir durum değil açıkçası.



Filmde, Peter Pan’ın azılı bir düşmanına dönüşecek olan Kaptan Hook’la tanışması ve onunla dost olması enteresan ama niye böyle bir hamleye de niye ihtiyaç duyulduğu pek belli değil.


Bir Zamanlar Türkiye’de...


Gazeteci, şair ve ressam olan Aram için 1940’ların baskıcı siyasi ortamında günler çok zor geçiyordur. Hem muhaliftir, hem de Ermeni’dir çünkü... Bu zor günlerde, İstanbul’daki küçük matbaasından son anda kaçmayı başarır. Yakın arkadaşının da yardımıyla Gürcistan sınırına yakın bir köyde saklanır. Ormancılıkla geçinen Mikhail ve onun genç, Rus karısı Meryem saklanmasında yardımcı olur. Ancak bu gergin bekleyiş sırasında Aram’ın hastalığı, çevredeki köylülerin huzursuzluğu ve Aram’ın Meryem’le yakınlaşması sıkıntılı bir bekleyişe neden olur.



İlk filmi ‘Sonbahar’ ile hepimizin kalbine dokunan yönetmen Özcan Alper, her yeni çalışmasında o filmin yarattığı etkiyle değerlendiriliyor maalesef. ‘Rüzgarın Hatıraları’, ülkemizdeki azınlıklara bakıştaki sorunu irdeleyen, büyük oranda da gerçek olaylara dayanan bir film. Gayrimüslimlerden alınan varlık vergisi ile 1915’te yaşanan Ermeni olayları arasında bir köprü kuruyor film. Aram’ın annesinin başına gelenler sonraki hayatına da yön veriyor haliyle. Sorunlar, verilen büyük kayıplara rağmen hiç bitmiyor bu ülkede, kimse yaşananlardan ders almıyor!
Alper hikayesini hiç acele etmeden anlatıyor. Ancak Aram’ın ormanda saklandığı günlerde o kadar yavaşlatıyor ki filmin ritmi, seyirciyi çok zorluyor. Hikayeyi de iki adam-bir kadın temasına doğru çeviriyor biraz. Bu durum ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ benzeri bir formüle yaklaştırıyor filmi. Onur Saylak’ın Aram rolündeki performansı akılda kalıcı. ‘Rüzgarın Hatıraları’ güzel hikayesi olan, şahane görüntüleriyle kendine hayran bırakan önemli bir film ama daha epik bir sinema anlayışıyla seyirciye çok daha yakın duran, kalbine kolay ulaşabilen bir film olabilirdi. Biz bu tür meselelerimizi geniş kitlelere daha yakın bir sinemayla anlatmak zorundayız biraz diye düşünüyorum. Yoksa izlemiyor, ilgisiz ve habersiz kalıyorlar maalesef...