Tarikat ve cemaatlerle ilgili çalışma yapan araştırmacılar, şu hususun altını çizerler: İslam’ın ilk devirlerinde, saltanata ve onun dayattığı fıkıhçı ve biçimci zihniyete bir tepki hareketi olarak görülen haller (davranışlar bütünü) daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan teşkilatlı ve doktriner tasavvuftan büyük ölçüde farklıdır. Kurumsallaşmış tarikatların etkin ve yetkin isimlerinin; yaşam tarzları, sosyal, siyasi ve ticari hayattaki bir takım faaliyetleri zühd anlayışıyla ne kadar örtüşmektedir, doğrusu tartışılır. Konuya açıklık getirmek adına tasavvufun kendini yasladığı ilk dönemlere bir göz atalım:
İslam’da ilk sufiler olarak anılan; Ebu Zer Gıfari, Huzeyfetü’l Yemani, İmran İbni Hasan Huzaî gibi isimler; zühd ve takvada, kendi hayatlarını hiçe sayacak derecede ileri gitmişlerdir. Onlara göre peygamberane bir anlayışla yaşamak ve Allah ile olan ilişkiyi derinleştirmek, özetle; dünyevilikten kurtulmakla, sosyal, siyasi ve ticari hayattan azami ölçüde uzaklaşmakla mümkündür. Yine onlara göre sûfîce yaşamak; istikamette olmak, istikamet üzere yaşamaktır. Elindekine razı olmak, hatta hiçbir şeye sahip olmamak, elinde ne varsa dağıtmaktır. Nefsi, Allah’tan başka her şeyden muhafaza etmektir ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktur, diyebilmektir.
Toplumsal ve siyasi tutumları ise şöyle: Sıffin Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve bağnazlıklarıyla anılan Hariciler’in -ki hakem olayında Hz. Ali’yi bile tekfir etmekten çekinmemişlerdir- estirdikleri dehşet ve kargaşa karşısında yer alan bazı mutasavvıflar, dünyevi kavgalara sırtlarını çevirerek itirazlarını dile getirmişlerdir. Bununla birlikte, devrinin tanınmış din âlimi ve aynı zamanda kalbe önem veren ve nefis muhasebesini öne çıkararak günahlardan kurtulmayı öğütleyen Hasan Basri gibi mutasavvıflarsa, yöneticilerin haksız uygulamaları karşısında susmamışlardır. Haksızlıkları söylemenin vicdani ve dini bir vecibe olduğunu her fırsatta dile getirmişlerdir. Hasan Basri’ye göre, dünya için ahiretini satan her iki dünyasını da kaybeder. İslam’ın ortaya koyduğu değerleri hayatına taşıyanlarsa her iki dünyasını da kazanır. Uzatmayalım, ilk dönem mutasavvıflarında benzer bir karakter vardır.
Yine bu ilk dönemde takiyye tartışmalarını görürüz. Hz. Ali’ye ve evladına, cami kürsülerinden dinin bir emriymiş gibi yetmiş yıl boyunca lanet okunması, zulmün hangi kertede olduğunun göstergesidir. Cafer Sadık bu dönemde “kendinizi saklayın” tavsiyesinde bulunur. Masum İmam, Hurufilik, mehdi beklentisi gibi konular, artan zulümlerin insanlara bıraktığı mirastır.

TASAVVUF VE TARİKAT FARKI

Bütün dinlerdeki ve öğretilerdeki mistik akımların ana unsurları birbirine benzer. İslam tasavvufunun, felsefesini ve kavramlarını oluşturan büyük filozof Muhyiddin İbn-i Arabi ve hatta İmam Gazali, Yeni Platoncu görüşten etkilenmiştir. Tasavvufla ilgisi olmayan, Farabi ve İbn-i Sina’yı da içine alan bir felsefedir bu... Prof. Dr. Erol Güngör, “İslam tasavvuf hareketi, İslam karakterini muhafaza etmekle birlikte -ki bunun aksini düşünenler de vardır- yabancı tesirlerle karışmıştır” der.
Burada şu tespiti yapmak durumundayız; tarihin her döneminde üretilmiş olan fikirler, hakikati arama çabamıza eşlik etmelidir. Kaldı ki felsefî ve ahlâkî, insanı geliştirecek ve güzelleştirecek bilginin, medeniyete katkısını kimse inkâr edemez. Fakat her ne kadar bu zengin kaynaktan neşet etmiş kurumlar olsalar da, tarikat ve cemaatlere bu birikimin bütünüyle yansıdığını iddia etmek imkânsızdır. Farklı eğilimleri içinde barındıran bu kurumlar; kişilerin kültür yapısına, beslendikleri kaynaklara, içinde yaşadıkları toplumsal yapıya göre biçimlenmiştir. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Emevî ve Abbasi iktidarlarının sürdürdükleri saltanata ve zulme tepki olarak doğan anlayışın; holdingleşen, içinde siyaset projelerini barındıran ve adeta saltanat sürülen yapılara dönüşmüş olması büyük bir paradokstur.

İKİNCİ DÖNEM

Zühd hareketinin, 9.yy sonrasında doktrinleştiğini görüyoruz. Bu dönemde; Muhasibi, Ahmet b. Hanbel, Zünnun-ı Mısri, Beyazid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, Tirmizi gibi isimler tarafından ortaya konulan şathiyatlar (vecd halinde söylenen sözler) büyük tartışmalara neden olur. Beyazid’ın “Benim şanım ne yücedir” sözü, ezan okunurken “Allahü Ekber” sözüne karşılık, “Ben daha büyüğüm” ifadesi, Hallac’ın “Enel Hak-Ben Hakk’ım” sözü, farklı çevrelerde tepki toplar ve açıklayıcı bilgileri zorunlu kılar. Tanrı, insan, fena, beka, fani, vecd hali, Tanrı ile ve Tanrı’da ebedileşme, aynü-l cem gibi pek çok kavramın İslam’a uygunluğunu ortaya koymak gerekecektir. Fıkıhçılar, sufilerin yorumlarına karşı çıktıkları gibi, sufiler de fıkıhçıların yorumlarından hoşnut değillerdir. Böylece tasavvuf ilmi doğacaktır. İlk eserler bu dönemde verilir; Kuşeyri’nin Risalesi, en meşhurlarındandır. Yine bu dönemde, İmam Gazali, Sünni tasavvuf anlayışını yerleştirmek gayesiyle, şeriat ve tasavvufun iki ayrı cereyan olmadığını ortaya koymak için çalışmalar yapar. İhyasını bu dönemde yazar. Fakat tüm bunlara rağmen, on birinci yüzyıl sonrası, İslam dünyasının içinde bulunduğu hal, siyasi-ideolojik kargaşa, İslam tasavvufunu da olumsuz anlamda etkileyecektir.
Hallac-ı Mansur’a kadar yaşamış olan mutasavvıflarla ilgili bilgiler; bize, ikinci-üçüncü elden anekdotlarla ulaşır. Bu şifahi hikâyelerin, insanları psikolojik olarak doğrudan etkisi altına aldığını söylemeden geçmeyelim. Keramet olarak ifade edilen, bu doğaüstü anlatıların, İslam Peygamberi’nin “Benim Kur’an’dan başka mucizem yoktur” sözüyle ve bunu teyit eden “Dediler ki: ‘Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!’ De ki: ‘Mucizeler Allah katındadır. Bana gelince, ben sadece uyaran biriyim.” Ankebut/50 ayetiyle birlikte düşünülmesi gerekir. (Kaldı ki, keramet beklemenin ve bir çaba göstermeksizin her şeyi duayla çözmeye çalışmanın faturasının ne kadar ağır olduğu, Müslüman ülkelerin -her konuda- dünya endekslerindeki yerlerine bakılarak görülebilir.)

FOTOĞRAF ÇEKELİM

Dünyevileşmeye, saltanata, otoriteye, iç baskıya, israfa, ayrışmaya, öfkeye, nefrete; kısaca dış dünyada olan bitenlere karşı bir duruş, bir nefis terbiyesi ve tezkiyesi hareketi olan sufiliğin ne tür aşamalardan geçtiğini, bu köşede özetlemek çok zor. Tarihçenin devamını bir sonraki yazımıza bırakarak, günümüz tarikat ve cemaatlerinin fotoğrafını çekelim:
- İslam’ın en temel kavramı olan tevhit/birlik anlayışına hizmet edemediler.
- Adalet, liyakat, özgürlük, eşitlik, kadın hakları, çocuk hakları gibi konularda sınıfta kaldılar. Aksi açıklamaları ile öne çıkanlar bile oldu.
- Diyanet İşleri eski Başkanımız Prof. Dr Ali Bardakoğlu’nun tespitleriyle; “siyasetle, çıkar ilişkileriyle, ekonomik bağlantılarla” dile geldiler ve “Kendilerinden menkul, kutsal makam ve otoriteler ihdas ettiler.”
- Cemaatleri adına, devlette etkin ve yetkin olma anlayışıyla hareket edenler, İslam’ın en temel ilkelerini yerle bir ettiler. KPSS ve benzeri sınav sorularının çalınması, bazı bakanlıkların bazı cemaat isimleriyle anılıyor olması asla tevil götürmez. “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emrediyor” (Nisa/58) diyen bir dinin, bunu onaylaması mümkün değildir.
- Ahiretini kurtarmak isteyenlerin üzerinden, dünyevi saltanat kurdular.
- Ve tüm bu gelişmeler, yine Bardakoğlu’nun ifadesiyle “...hem tasavvufa hem İslam’ın o güzel dindarlık modeline zarar verdi.”
İstisnalar yok mudur; elbette vardır. Ancak toplumdaki algının ve verilen bu fotoğrafın üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir.