Mezhep ve tarikat örgütlenmeleri ve hatta İslami İlimler -Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi- Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Mezheplerin temellerinin en az yüz sene sonra atıldığını görürüz. Bugünkü anladığımız manada tarikatlar ise İslam’ın ilk beş-altı asrında yok... Bu yapılarla ancak Selçuklular döneminde karşılaşıyoruz.
Mezheplerin ve tarikatların oluşumunun altında pek çok saik yatar. Beslendikleri kaynak aynı olmakla birlikte sosyal ve siyasi yapı, kültür, entelektüel zaviye ile inanç arasındaki korelasyon (ilgileşim); dini söylemlerin, verilen içtihatların, yaşam biçimlerinin belirleyicisidir. Doğal afetler, savaşlar, siyasi baskılar ve hatta bireysel sorunlar birtakım arayışları beraberinde getirir. Bu durumun olumlu ya da olumsuz sonuçları olur.
Abdülbaki Gölpınarlı, “Yunus Emre ve Tasavvuf” adlı eserinde; 13. yy’da Anadolu halkının yaşadıkları zulümden bahsederken, içler acısı tabloyu ortaya koyar. Moğolların ve Moğol Akını’ndan kaçan Harezmîlerin, Anadolu halkına yapmadıkları işkence kalmamıştır; önüne geleni kesip biçerler. İç kavgalar da had safhadadır. Bu da yetmezmiş gibi sarayı, vezirleri, beyleri, divanı, Moğol elçilerini ve ordusunu, bu bitmiş tükenmiş halk besler. Kimse canından emin değildir. Herkes herkesin aleyhine kuyu kazmakta; adalet adına da din adına da zulüm yapılmaktadır. İsyanlar, yol kesmeler, kuraklıktan oluşan büyük kıtlıklar; halka, insan ölülerinin bile etini yedirir. Gölpınarlı, özetlediğim bu tahlili yaptıktan sonra tasavvufun yayılışındaki temel sebebe dikkatleri çeker:
“Maddi refahın bir masal haline geldiği, nispi sükûnun bile hayal edilmediği böyle bir devirde, müspet düşünceye eremeyen insanoğlu ancak gökyüzünden imdat bekleyebilir. Bu yüzden; hayrı-şerri izafi sayan, her şeyi Tanrının zuhuru gören, bütün işleri, meçhul bir hikmete bağlayan, bununla da kalmayıp insanı, aşk ve cezbeyle manevi bir âleme götüren, olayları bir buğu altında tozpembe gösteren tasavvuf yayıldıkça yayıldı.”

ANADOLU ERENLERİ VE HOŞGÖRÜ

Diğer taraftan, büyük tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık’ın da hocası olan Mehmet Fuad Köprülü’nün, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı dev eserinde yaptığı tespit önemlidir. O devirlerde, Anadolu’da taassup ve fanatizmin mevcut olmadığını, aksine hoşgörünün, hem de farklı inanç grupları arasından büyük bir hoşgörünün hâkim olduğunu söyler ve Selçuklu Anadolu’sunun resmini çizerken şu sözlerle ifade eder:
“Şimdi Anadolu Selçuklularının vücuda getirdikleri medeniyeti, umumi çizgileri bakımından tayin ve tespit etmek istersek; eski Türk ve Arap-Acem unsurlarının yanında yerli, yani İslâmî olmayan unsurun pek ehemmiyetsiz kaldığını ve en üstün unsur olarak Acem tesirinin belirdiğini itiraf mecburiyetindeyiz. Yalnız İslâmî İran medeniyeti ile değil El-cezîre ve Suriye’deki Arap medeniyetleriyle ve tâ Hindistan’a kadar bütün İslâm kavimleriyle temasta bulunan Selçukluların hükümdarları, Bizans sarayları ile de ilgili idiler. Bizans prensesleri ile evlenerek, bu suretle Batı’daki komşularıyle daha sıkı münasebetlere giren bu hükümdarlardan bazıları, mesela bizzat Büyük Birinci Alâ’ed-Dîn Keykubâd, Bizans’ta uzun seneler yaşayarak, Bizans sarayının âdetlerine ve teşrifatına pek yakından alışmışlardı; lâkin eski Yunan-Roma ve Hristiyan an’aneleriyle bu sıkı temas, onlara san’ata, bediî hayata, resme, mûsıkîye, serbest düşünceye hulâsa dar ve zühdî telakkîlerin hoş görmediği bütün şeylere karşı hoş görülü bir durum almalarından başka bir netice vermedi.”
Göçler, savaşlar, hastalıklar insanlığın kendisine yeni yollar açmasını zorunlu kıldığı gibi; farklı kültürlerle karşılaşmalar (Keykûbad örneği) fikirlerin açılımına ve medeniyetlerin oluşumuna zemin hazırlar. Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra Avrupa’ya göç eden Bizanslı bilim adamı, sanatçı ve ruhbanların, oralarda, İtalya merkezli bir Rönesans hareketi başlatırken; Moğol istilasından kaçan ilim ve irfan sahibi mutasavvıfların Anadolu’da başlattıkları fütüvvet hareketleri neden İtalya’dakine benzer sonuçlar doğurmadı; bu bir tartışma konusu olmalıdır!

ETKİLİ OLAN İSİMLER

Tasavvufun yayılışında, Moğol istilasından Batıya göç eden büyük ve ünlü isimlerin tesiri çok büyük... Mevlana Celalettin, Mevlana’nın babası Seyyid Burhaneddin, Sadrettin Konevi, Tebrizli Şems, Kirmani, Fahrettin Iraki, Horasanlı Baba İlyas, Hacı Bektaş, Sarı Saltuk, Necmettin Daye bu isimler arasındadır. Bu dönemde, fütüvvet erbabı da tüm Anadolu’ya yayılmıştır. Genç sanat ve ticaret erbabının tarikatı olan fütüvvet cemiyetleri, Müslüman Türklerin birlik beraberliğini yeniden tesis etmek, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşu haline getirmek için oluşturulmuştur. Bu kuruluşların liderleri arasında Ahi Evran vardır; ahiliğin kurucusudur. Yüzyıllar boyu genç esnaf ve sanatkârlara; ahlak, estetik, sanat ve zanaatın birlikteliğinin nasıl kurulması gerektiğini öğretmişlerdir. Keza, bu cemiyetlerde yer almak isteyenlerin nasıl hareket etmesi gerektiğiyle ilgili yazılmış pek çok fütüvvetname vardır. En ünlülerinden biri olan Yahya Burgazi’nin fütüvvetnamesinde “...din farkı gözetmeksizin herkesi sevmek, kişinin kendi nefsini herkesten aşağı görmek” telkin edilmiştir.
Mevlevilik ve Bektaşilik gibi kökünü Melamilikten alan tarikatlar; diğer taraftan Şii-Batinî inançları taşıyan ve gezginci karaktere sahip olan, Kalenderiler, Hayderiler, Rum Abdalları; Fütüvvet ehlinin tesiri altında kalan ve esma yolunda ilerleyen Rufailer on üçüncü ve on dördüncü yüzyılda etkin olmuşlardır. (Klasik, özgürlükçü ve eklektik tasavvuf anlayışının yerini, merkezinde koyu bir taassubun yattığı, oldukça sert gelenekçi bir İslam yorumuna bırakması, Osmanlı’da 16. yy’ı bulmuştur. Fakat bu başka bir yazı konusudur.)

KENDİNİ BİL

Anadolu Erenlerinin insanlığa vermek istediği en temel düstur “kendini bil” anlayışıydı. Hakk’ı bilmek, dünyayı ve insanı bilmek, önce kendini bilmekten başlar. Dikkat edelim “kendini bildirmek”ten değil. Diğer bilmeler bundan sonra gelecektir. Bugün her yere nüfuz etmiş taassuptan da, kapitalist sistemin içimize yerleştirdiği hırslardan da, kendini bilmezlerin dikte etmeye kalktığı abuk sabuk sözüm ona din anlayışlarından da böyle uzaklaşılabilir. Bu yüzyılın en önemli ismi, Yunus Emre’nin söylediği gibi: İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/Ya nice okumaktır.
Kendini bilmek, hayatla beraber, hayatın içinde yer alınarak olur. Zamanın aklını ve bilimini görmezden gelerek, küçümseyerek, anlam dünyasını yedinci yüzyılın kodlarına hapsederek bir yere varılamaz. Bilmenin (ilmin) olmadığı yerde cehalet hükmünü sürdürür: “Cahillerden yüz çevir” Araf/199 “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” Zumer/9
Her fikir eskir, her söylem eksiktir ve her insan yanılabilir; ancak bu idrakle düşünce gelişir.

AHLAKIN TİCARETE YANSIMALARI

Fütüvvetin ve Ahi teşkilatlarının ticarete yönelik geliştirdikleri anlayışta, akçe, amaç değil bir araçtır. Amaç rakibini batırmak ya da piyasaya hâkim olmak değil şehirli toplumun her katmanına gelir temin etmek, ekmek kapısı sağlamaktır. Böylece köylünün zamanla malı da değerlenecektir. Ne para hırsı vardır, ne katılık; aksine yaşamın kendisi vardır. Bu dönemde geleneksel zanaat ve ticaretin en güzel örneklerini buluruz.
Burada niyetim nostaljik bir geçmiş algısı oluşturmak değildir. Zira tıpkı bugün de olduğu gibi geçmişin de karanlık yüzü kitapların içinde kayıtlıdır. Naçizane amacım, günümüzün tarikat yapılanmalarındaki ve hatta genel anlamda dindarlık veya insanlık anlayışımızdaki yozlaşmayı, geçmişin geleneği ile okumaktır. Gençlerimize, daha sıcak ve daha hoşgörülü, eşit ve hür bir dünyanın kurulması için bir ipucu sunmaktır. Yeni dünyanın güzelliklerini, aklını, bilimini; geçmişin geleneği, insanının zarafeti ve kendine has bilgeliği ile harmanlayabilmektir.
Yeter ki mezhepler ve tarikatlar, dinin yerine ikame edilmeye çalışılmasın.
Yeter ki bu yapıların beşeri oluşumlar olduğunun farkına varılsın.
Yeter ki akıl devreden çıkarılmasın.