DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Ahmet Kekeç iktidara hayli destek veren ama yazılarını ciddiyetle okuduğum yazarlardan biri. Star gazetesinde yazıyor, zaman zaman televizyon programlarına da konuşmacı olarak katılıyor.
Kekeç’in en önemli özelliği ülkede ne olursa olsun CHP’yi yazmayı becermesi bana göre.
Hangi konuda yazarsa yazsın konuyu mutlaka CHP’ye getiriyor ve çok da şiddetli eleştiriyor.
Geçen hafta yine CHP’yi eleştiren bir yazı yazdı. Ama okurken güldüm ve içimden “Hay Allah iyiliğini versin Ahmet Kekeç” diye geçirdim.
Mesleki hoşgörüsüne sığınarak bugün Kekeç’in yazdığı yazıdan söz ederek içeriğindeki akılalmaz çelişkiyi dile getirmek istiyorum.
Kekeç “Darbenin siyasi ayağını bulma kılavuzu” başlıklı yazısında “Darbenin siyasi ayağı olur mu? Elbette olur. Bunu anlayabilmenin iki yolu vardır: BİR: Darbeden sonra (başarılı olmuş bir darbe ise), memleketi kimlerin yönettiğine, devlet katlarında hangi kadroların görev aldığına, hangi tür siyasete ya da siyasetçilere meydan verildiğine, kimlerin önünün açıldığına bakılır. İKİ- Darbeyi, “aranır”, “özlenir” hale getiren ve “tek seçenek”miş gibi sunanlara bakılır. Bunlar siyasi partiler olabilir, sivil toplum kuruluşları olabilir, iş çevreleri olabilir, bürokrasi olabilir” diyor.
Kekeç ardından önce 27 Mayıs’ı örnek gösteriyor ve 1950’de iktidarı kaybeden İsmet İnönü’nün darbe sayesinde başbakan olduğunu anlatıyor.
Ama Kekeç yetinmiyor 12 Eylül darbesinin de CHP’ye yaradığını anlatıyor.
Sonra geliyor 15 Temmuz’a, bu darbe girişiminden sonra CHP’nin HDP ile ittifak kurduğunu böylelikle yeni bir cephe yarattığını söylüyor.
AKP’ye hiçbir şey söyleyemeyip, yazarlığı muhalefete muhalefet üzerinden sürdürmeye çalışınca işte böyle gariplikler çıkıyor ortaya.
Şunu yazayım, Ahmet Kekeç’in “darbenin siyasi ayağını” anlatan yazısındaki iki saptama tamamen doğrudur. Elbette bir darbeden sonra bundan kimin yararlandığını ortaya çıkarırsanız darbenin siyasi ayağı da ortaya çıkar.
Haydi İsmet İnönü’nün Başbakan olması nedeniyle 27 Mayıs’la CHP’nin ilişkisini kurduk diyelim.
12 Eylül’ü nereye koyacağız. Darbeciler yönetime el koyduktan sonra hükümeti kime teslim ettiler? Turgut Özal’a. Sonra Turgut Özal parti kurdu, askerler güya ANAP’a karşı gibi durdular ama bu sayede Özal’ın kazanmasını sağlamadılar mı?
Kekeç aradaki 28 Şubat’tan söz etmiyor. AKP’lilerin çoğunun “darbe” olarak nitelediği 28 Şubat müdahalesi kime yaradı, daha doğrusu kimi yarattı? Tayyip Erdoğan’ı değil mi?
Gelelim 15 Temmuz’a. Tayyip Erdoğan daha darbe gecesi “Bu bize Allah’ın bir lütfu” demedi mi. Darbe girişiminden en büyük yararı bizzat kendisi sağlamadı mı? Bu sayede kendisini tek adam yapacak anayasa değişikliğini dayatıp, hile hurdayla da olsa halka kabul ettirmiş gibi olmadı mı?
O halde dönelim yine Kekeç’in tanımına. Ne diyordu; “Darbeden sonra (başarılı olmuş bir darbe ise), memleketi kimlerin yönettiğine, devlet katlarında hangi kadroların görev aldığına, hangi tür siyasete ya da siyasetçilere meydan verildiğine, kimlerin önünün açıldığına bakılır.”
Eee, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz’dan sonra devleti kimler yönetmiş, devlet katlarında hangi kadrolar görev almış, hangi tür siyasete ve siyasetçiye meydan verilmiş?

ÜZÜLDÜM

Aynı gün iki çok sevdiğim “adam”ı kaybettim


Gece yarısına doğru Mehmet Elmalı aradı. “Babayı kaybettik” dedi. Baba unutulmaz televizyon dizilerinin senaryo yazarı mizahçı Giray Elmalı’ydı.
Aynı günün sabahı ise bir gönül insanı olan Kamber Doğan’ın hayata veda ettiğini öğrendim.
İkisi de ne yazık ki çağımızın amansız hastalığına yakalanmıştı.
Giray Elmalı her iktidar döneminde hiç çekinmeden, korkmadan eleştirilerini mizahi açıdan yapar, gerçekleri herkesin yüzüne tokat gibi çarpardı.
Kamber Doğan ise Bebek’te bir balıkçı restoranı işletmenin yanısıra CHP saflarında ülke aşkı ile gece gündüz bıkmadan usanmadan çalışır çabalardı.
Her ikisi “adam gibi adam”dı.
Her ikisi de son nefeslerini verdikleri ana kadar bir saniye bile karamsarlığa, umutsuzluğa düşmeden ölümle adeta dalga geçer gibi yaşadılar.
İkisi de artık çok az zamanlarının kaldığını biliyordu. Ama yine son nefeslerini verene kadar bu ülkenin başına gelen felaketten kurtulmanın yollarını bulmak için sanki hiç ölmeyecekmiş gibi kafa patlattılar.
İkisinin de mekanı cennet olsun, nurlar içinde yatsınlar.

BUNU YAZMAK GEREK

Bütün ülkenin sanatçıları birleşin


Üzerinden biraz zaman geçti ama yine de “yazmalıyım” diye düşünüyorum. Çünkü konu bir günlük konuşma olarak değerlendirilip unutulacak cinsten değil.
Erdoğan önceki hafta yaptığı bir konuşmada AKP’nin sanat ve kültür hayatında istenen başarıya ulaşamadığını söyledi.
Bu bilinmeyen bir gerçek değil. Çünkü bu iktidarın zihniyetinde zaten sanat, sanatçı gibi kavramlar pek yok.
Erdoğan da aslında bunu biliyor ama öte yandan sanatın ve sanatçının da dünya çapında önemli olduğunu, sanatı ve sanatçıyı ötelemenin dünyada bir itibar kaybı olduğunun da farkında elbette.
Bu açıdan bakınca “Ne güzel Erdoğan bu çok önemli eksikliğin farkında, sanata ve sanatçıya önem vermesi halinde Türkiye’nin çehresi değişebilir” diye umutlanıyor insan ister istemez.
Ama öyle değil işte.
Çünkü Erdoğan bu sözleri söyledikten sonra dehşetengiz bir şey daha söyledi.
Dedi ki “Biz kültür, sanat ve sosyal alanda boşluk bıraktık. Buralarda ülkesine, milletine yabancı kişiler, ekipler, hizipler var. Pek çok yeri boş bırakmamız akıl ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir.”
İnsaf ama. Türkiye’de sanatçılar ülkesine milletine yabancı kişiler öyle mi?
Geçmişten gelelim, Muhsin Ertuğrul, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Jale Yılmabaşar, Münir Nurettin Selçuk, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Suna Kan, İdil Biret, Türkan Şoray, Cüneyt Arkın ülkesine milletine yabancı demek ki.
Günümüzde Tarkan, Fazıl Say, Metin Akpınar, Yıldız Kenter, Cem Yılmaz, Arif Sağ hizip midir yani?
Elbette bütün sanatçıları burada sayamam. Ama şunu biliyoruz ki halkın çok sevdiği bağrına bastığı her alandaki sanatçılar bugünkü iktidarın zihniyetinde ya da hizmetinde değil.
Ama kimse onların milletine vatanına yabancı olduğunu söyleyemez.
Bu nedenle bütün sanatçıların birleşmesi ve Erdoğan’ın bu sözlerine tepki göstermesi gerek. Milletin bağrından çıkan sanatçıların bu ağır hakarete karşı durması aynı zamanda onların görevidir de.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Bak seeeen, kayıp tek silah varmış onunla da cinayet işlenmiş


Son günlerin en önemli haberlerinden biri, bir cinayette kullanılan silahın 15 Temmuz gecesi Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde dağıtılan silah çıkmasıydı.
Bir cinayet olayını soruşturan polis olayda katil zanlısına “silahı nereden aldın?” diye sorduklarında aldıkları cevap “MP5 cinsi tabancayı 15 Temmuz gecesi Ankara Emniyet Müdürlüğü önünde dağıtılırken temin etmiştim” cevabını vermişti.
İddia çok önemliydi elbette. Çünkü MP5 denilen tabanca sivillere satılmıyor, sadece asker ve polis tarafından kullanılıyor. Skandalın ortaya çıkması üzerine Ankara Valiliği bir açıklama yaptı.
Açıklama çok ilginç. Çünkü açıklamada o gece Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde silah dağıtıldığı kabul ediliyor. Ancak bu silahların sivil halka değil görevli polislere kimlik tespitiyle verildiği belirtiliyor.
Açıklamaya göre dağıtılan silahlar daha sonra toplanmış. Ne gariptir ki sadece bir silah geri gelmemiş. İşe bakın ki o silahla da bir sivil kişi cinayet olayına karışmış.
Tabii açıklamada “cinayette kullanılan MP5’in dağıtılan silahlardan biri olup olmadığının henüz bilinmediği” de belirtiliyor.
İnanalım mı?
Bilemiyorum. İnsanın içine ister istemez kuşku düşüyor. O silahlar madem o gece polislere kimlik tespiti karşılığı verildi, o halde toplanırken de bu kimlik listesine göre toplanmıştır. Yani geri gelmeyen silahın kime verildiği bellidir.
Ayrıca bütün ısrarlara rağmen o gece kurşunla ölenlere otopsi yapılmamasının ve hangi silahlardan çıkan kurşunlarla öldürüldüklerinin saptanmamış olmasının sebebi nedir?

Bİ SORALIM BAKALIM

Savaşa mı gidiyoruz ki bedelli çıkıyormuş?


Durup dururken yine “bedelli askerlik” talepleri başladı. Önce BBP Genel Başkanı Mustafa Destici AKP Genel Başkanı Erdoğan’dan “bedelli askerlik” çıkarmasını istedi. Destici nereden üstüne vazife edindi bilmiyorum ama bedelli askerlikten toplanacak gelirin bir hastalığın tedavisi için kullanılmasını önerdi.
Yani “Bedelli istiyorum ama bir sorun bakalım neden?” diye bir bahane bulmuş oluyor.
Destici’nin önerisi o zaman pek ciddiye alınmadı ama AKP’nin en güçlü isimlerinden biri haline gelen Hayati Yazıcı’nın eşi de aynı taleple AKP Genel Başkanına gidince durum değişti biraz.
Çünkü Erdoğan bu talebe “hayır” dememiş “Binali Bey’le bir konuşayım” cevabını vermiş.
Böyle bir kararı Binali Yıldırım veremeyeceğine göre Erdoğan’ın “ona soralım bakalım” sözünün bir ciddiyeti yok ancak belli ki iktidar kanadında böyle bir görüş oluşmuş gibi.
İşe bakın ki “bedelli” talebinin tam da Katar’a asker göndereceğimiz ve hatta, Allah saklasın bölgede savaş tamtamlarının çalındığı sırada gelmesi “Parası olanları cepheden uzat tutmak için formül bulunuyor galiba” yorumlarına yol açacaktır.