Nihayet tüm ülkelerle kötü ilişkiler kurmayı başardık. Günün sonunda “kendisi muhtaç bir dede” Venezuela başkanı Maduro’dan medet umar hale geldik. Kuzey Irak’a sefer düzenlemek için manevralar yaparken, topların ağzını Kuzey Suriye’ye çevirdik. Gitti Erbil, geldi İdlib. İdlib’de savaştığımız düşman kim, dost kim pek anlayamadım. Size bir bilmece sorayım. Rusya Esat’ın hamisi, biz ise Rusya’nın müttefiki olduk. Bu durumda Türkiye, Suriye’nin (Esat diye okuyun) nesi oluyor?

SİYASET VE İKTİSAT

Son birkaç günde olanlar gösterdi ki; Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunların kaynağı, iktisadi değil siyasidir. Cumhuriyet döneminde yetişmiş, bilimsel düşünebilen, önemli bir kısmı laik, becerikli ve üretken insanlardan oluşan yeterli büyüklükte bir “beşeri sermaye”miz var. Zaten bir ülke, önce insan, sonra toprak demektir. Mali açıdan zaman zaman krizlere girse de Türkiye ekonomisi kendi çapında sağlamdır. Tabii ki bir Almanya veya Kore değiliz. Müslüman bir milletten bundan daha fazlasını beklemek haksızlık olur. Aklınızda kalması için vurgulamak istiyorum. Türk ekonomisi, milli gelirinin kabaca yüzde 4-5’i kadar “dış açık/cari açık” veriyor. Bu, tüketim ve yatırım harcamalarımızın yüzde 96’sını kendi yarattığımız kaynakla finanse ediyoruz demektir. Öyle, dendiği gibi, üretmeden tüketmiyoruz. Kaldı ki; yüzde 4-5 açığın yarısı da yurtdışına yollanan veya kaçırılan “yurtiçi” kazançlardır. Geriye kalan açık olmasa da olur.

ETE ZAMMI ÖKÜZLER, SÜTE ZAMMI İNEKLER İSTEMEZ

“Fiyat” ile “gelir” bir paranın iki yüzü gibidir. Süte zammı inekler değil, sütçüler ister. Çünkü sütün fiyatı, sütçünün geliridir. Saç tıraşının bedeli, saçını kestiren için fiyat, berber için gelirdir. Bir mal veya hizmetin fiyatı artmışsa, mutlaka yurtiçinde veya dışında birilerinin geliri artmıştır. Bu bir özdeşliktir. Fiyat artışlarından daha yüksek oranda reel gelir artışı sağlamanın yolu, iktisatçı ağzıyla söylenirse “toplam faktör verimliliğini” artırmaktan geçer. Yani beşeri, fiziki ve mali kaynaklar daha verimli bir şekilde kullanılırsa, “gelirler, fiyatlardan daha hızlı artar”. Kalkınma da budur zaten. Bu da öncelikle insana ve daha sonra fiziki sermayeye sürekli yatırım yapmakla mümkün olur.

ENFLASYON, BİR FİYAT-ÜCRET SARMALIDIR

Önümüzdeki dönemde Türk ekonomisinin en önemli sorunu, enflasyon yükselmesi olacaktır. Eğer Kenan Evren zamanında yürürlüğe konan “mecburi tahkim” sistemi olmasaydı, muhtemel grevler yüzünden ücretler frenlenemez şekilde artacak ve arkasından fiyat zamları yani enflasyon patlayacaktı. Bugünkü nispi fiyat istikrarını da Evren’e borçluyuz. Sıkça zikredilen “Enflasyon, parasal bir olgudur” tanımı aslında bir totolojidir. Totoloji, bir şeyi kendisiyle izah etmek demektir. Gelecek birkaç yıl boyunca karşı karşıya kalınabilecek enflasyon tehlikesini, Merkez Bankası bu totolojiyle savuşturamaz. Parasalcı iktisatçılar “arttır faizi - düşsün enflasyon” zırvalamasından vazgeçmelidir. Harcanabilir gelirler bir süre düşmeden, fiyat istikrarı sağlanamaz. Yoksa aklımızın gerisinde yine cari açığı patlatalım “el parası ile gerdeğe girelim” fikri mi var?
Son söz: Yüksek enflasyon, toplumsal sözleşmenin bozulmasıdır.