Cumhuriyet karşıtı tarih tezleriniz, Cumhuriyete “90 yıllık reklam arası” diyen milletvekiliniz, Atatürk’ün adını anmaktan çekinen Meclis başkanınız, Çanakkale’nin yıldönümünde Atatürk’ten söz etmeyen Diyanetiniz, İzmir Marşı’ndan rahatsız olan belediye başkanlarınız için tamam!

Geçen hafta AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, grup konuşmasında, “Millet ne zaman tamam derse o zaman çekiliriz” dedi. Erdoğan’ın bu açıklamasından sonra Twitter’da 2 milyona yakın #TAMAM ‘tweet’i atıldı.
Siz neden “TAMAM” diyorsunuz orasını bilmem, ama ben bir tarihçi olarak tarihi nedenlerle TAMAM diyorum.
Sayın Erdoğan, defalarca yazdım, bir kere daha yazıyorum.

“CHP, İnönü, camileri kapattı, sattı, ahır yaptı” diyerek Cumhuriyeti kuranları “cami karşıtı” ilan ettiğiniz için “Tamam” diyorum.

Milli Mücadele’de işgalci Yunan orduları Batı Anadolu’daki camileri ahır yapmış, yakmış, yıkmıştı. Milli Mücadele’den hemen sonra Atatürk, 1 Mart 1923 tarihli Meclis konuşmasında ülkemizin çeşitli yerlerindeki “126 cami ve mescidin onarıldığını” belirtiyor. CHP, 1924-1950 arasında ülkenin değişik yerlerinde yüzlerce tarihi camiyi tamir ettiriyor. Arşivlerimizde ve Meclis zabıtlarında bu konuda ayrıntılı belgeler ve bilgiler mevcut. 1935’te “cami tamirleri” için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine 1 milyon lira ek bütçe konuluyor. Bu arada küllerinden doğan genç Cumhuriyetin, ihtiyaç fazlası yapıları boş bekletme gibi bir lüksü de yoktu. Bu nedenle 1928, 1932 ve 1935’te çıkarılan kanunlarla 500 metre yakındaki iki camiden birinin tasnif dışı bırakılmasına karar veriliyor. Tasnif dışı bırakılan bu camiler, ihtiyaç fazlası, tarihi değeri olmayan ve harap haldeki camilerdir. 1926-1950 arasında Türkiye genelindeki 28.705 camiden 513 tanesi elden çıkarılıyor. CHP’nin camileri ahır yaptığı da doğru değil. Bu arada Adnan Menderes döneminde sadece İstanbul’da yol yapım gerekçesiyle 60’tan fazla cami yıkılıp yok ediliyor.

“1940’lı yıllar boyunca milletin değerlerine, milletin kutsallarına karşı bir savaş yürütüldü. Kur’an’ı Kerim’i öğrenmek de öğretmek de okumak da yasaklandı.  Ezan aslına aykırı bir şekilde çevrildi” dediğiniz için “Tamam” diyorum. 

1930’larda, 1940’larda camiler açıktı. Ezanlar Türkçe okunuyordu. İsteyen namazını kılıyordu. Dini bayramlar coşkuyla kutlanıyordu. Üstelik Atatürk Kur’an’ı Kerim’i, Buhari hadislerini, hutbeleri, ezanı yeni Türk harfleriyle Türkçe’ye tercüme ettirmişti. Eğer Atatürk, “milletin kutsallarına karşı bir savaş yürütmek” istese harf devriminden sonra din dilini Türkçeleştirmez, Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettirmezdi. Ayrıca 1930’larda, 1940’larda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çocuklar, gençler, askerler, imam ve hatipler için “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri”, “Askere Din Kitabı”, “Yeni Hutbelerim” (2 cilt) vb. dini kitaplar basılıp dağıtılmıştı. 1930’larda, 1940’larda Kuran okumak da okutmak da yasak değildi. Diyanet İşleri’ne bağlı Kur’an kurslarında isteyen Kur’an öğrenebilirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kur’an değil, Kur’an’ı alet ederek rejim düşmanlığı yapmak yasaktı.

“Dil devrimi adı altında damarlarımız kesildi... Bugün gençlerimizin Fuzuli, Baki, Şeyh Galip bir yana Mehmet Akif’i, Ömer Seyfettin’i ve Ahmet Haşim’i dahi anlayamıyor olması, bu dönemde dilimize yapılan suikastın sonucudur” diyerek Atatürk’ün ‘Dil Devrimi’ni hedef aldığınız için “Tamam” diyorum.

Oysaki Osmanlı’da Arapça’nın ve Farsça’nın istilası altında boğulan, medreselerde yasaklanan, tam 600 yıl boyunca -edebiyat ve bilim dili Arapça, Farsça olduğu için- unutulmaya terk edilen Türkçe, halk arasında; sokakta, kahvede, tekkede yaşama şansı bulabilmişti. Bugün gençlerimizin Fuzuli’yi, Baki’yi anlamıyor olmasının nedeni Dil Devrimi değil, bu şairlerin Arapça, Farsça eserler vermiş olmasıydı. Bu şairlerin eserleri, yaşadıkları dönemde de Türk halkı tarafından anlaşılamıyordu. Buna karşın Türkçe eserler veren Yunus Emre, Karacaoğlan gibi şairlerin eserleri hem yaşadıkları dönemde hem de bugün çok rahat anlaşılabilmektedir. Örneğin;
Halk şairi Karacaoğlan şöyle diyor:
“Nedendir de kömür gözlüm nedendir
Şu geceki benim uyumadığım”
Divan şairi Baki de şöyle diyor:
“Ey pay bend-i damgeh-i kayd-i nam ü neng Takey heva-yi meşgale-i dehr-i bi-direng.”
Dil Devrimi, damarlarımızı kesmedi, tam tersine Osmanlı’da Arapça, Farsça’nın istilası altında adeta damarları tıkanan Türkçemizin damarlarını açtı, onun yaşamasını sağladı. Atatürk’ün isteğiyle Türk Dil Kurumu’nun kurulması, halk ağızlarından Türkçe sözcüklerin derlenmesi, taranması ve çok sayıda Türkçe sözcük türetilmesi (matematik ve geometri terimlerini bizzat Atatürk türetmişti) sayesinde Türkçemiz bugün hâlâ yaşıyor.

02ataturk

“Ali Çetinkaya yüzü kapkara bir katildir! İskilipli Atıf Hoca’yı düzmece bir mahkemeyle idam etti” diyerek Milli Mücadele’yi başlatan kahramanlardan Ali Çetinkaya’yı “katil” ilan ettiğiniz için “Tamam” diyorum.

Ali Çetinkaya, 1898-1918 arasında önce Balkan dağlarında Sırp, Bulgar, Yunan çetelerini kovaladı. 31 Mart İsyanı’nı bastırmak için İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda yer aldı. Sonra Trablusgarp Savaşı’nda Atatürk’ün yanında İtalyanlara karşı savaştı. Balkan savaşlarında yararlılıklar gösterdi. Daha sonra I. Dünya Savaşı’nda doğu ve güney cephelerinde çarpıştı. Kut Zaferi’nin kazanılmasında etkili oldu. Daha Kurtuluş Savaşı’ndan önce rütbe, madalya ve nişanlarla ödüllendirildi. Kızının adını “İstiklal” koyacak kadar bağımsızlığa düşkündü. Asıl büyük kahramanlığını Milli Mücadele’de gösterdi. 172. Alay Komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya), 29 Mayıs 1919’da Ayvalık’ı işgal eden Yunan kuvvetlerine karşı 500 kadar adamıyla kahramanca savaştı. Atatürk, Nutuk’ta Ali Çetinkaya’nın bu Ayvalık direnişinden övgüyle söz ediyor.
Ali Çetinkaya, 1926’da İskilipli Atıf’ın yargılandığı Ankara İstiklal Mahkemesi’nin başkanıydı. Mahkeme tutanaklarına göre İskilipli Atıf, -hep iddia edildiği gibi- Şapka Devrimi’nden önce “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı bir risale yazdığı için değil, Şapka Devrimi sonrasında bu risaleyi kullanarak halkı yeni rejime karşı kışkırttığı ve Milli Mücadele yıllarında Atatürk ve silah arkadaşlarının öldürülmelerini isteyen bildiriler yayımlayan Teali İslam Cemiyeti’nin başkanı olduğu için “vatana ihanet” suçundan idam ediliyor. Ayrıca İskilipli Atıf’ın yargılandığı davada -ihaneti belgelenen Babaeski Müftüsü Ali Rıza dışında- diğer hocalar beraat ediyorlar.

“Biliyorsunuz, 10. Yıl Marşı’nda geçer; demir ağlarla ördük falan... Neyi ördün? Hiçbir şey örmüş falan değilsin! Ortada duranlar belliydi. Demirağlarla şimdi Türkiye’yi biz örüyoruz!” dediğiniz için “Tamam” diyorum.

Osmanlı, demiryollarını yabancı şirketlere yaptırmıştı. Yabancılar için Osmanlı’ya demiryolu yapmak çok kârlı bir yatırımdı. Bu nedenle İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Almanya; Osmanlı’dan demiryolu imtiyazı koparmak için birbiriyle yarışırdı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de 3840 kilometresi yabancı şirketlerden satın alınan, 256 kilometresi Ruslardan kalan toplam 4096 kilometre demiryolu vardı. Türkiye’de 1923-1950 arasında, CHP döneminde toplam 3579 kilometre demiryolu yapıldı. Böylece yabancılardan satın alınlarla birlikte; 4096+3579=7675 kilometre demiryolumuz oldu. 1950-1960 arasında, Demokrat Parti döneminde toplam 266 kilometre demiryolu inşa edildi. 1960-2003 arasındaki hükümetler ise toplam 679 kilometre demiryolu inşa edebildiler. TCDD verilerine göre 2002- 2012 arasındaki 10 yıllık AKP iktidarı döneminde Türkiye’de 1085 kilometre demiryolu yapıldı. Yani 1950’den 2012’ye, 62 yılda Türkiye’de yapılan tüm demiryollarının uzunluğu, 1923-1950 arasında, 27 yılda yapılan demiryollarının uzunluğuna ulaşamadı. Yani “Neyi ördün?” diye sormak gerekirse 1950’den sonraki Cumhuriyet hükümetlerine sormak gerekir.
Ayrıca Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilen demiryolları, Osmanlı dönemindeki demiryollarının aksine Ankara’nın doğusuna kadar uzanıyordu. Malum, kendi çıkarları için Berlin’den Bağdat’a demiryolu yapan emperyalizm, Ankara’nın doğusuna demiryolu yapmamıştı. Cumhuriyetin demiryolları doğu-batı, kuzey-güney hatlarıyla adeta bir örümcek ağı gibi tüm Anadolu’yu birbirine bağlıyordu. Ayrıca Cumhuriyetin demiryolları, milli sermaye ve milli emekle yapılan tamamen yerli-milli demiryollarıydı.

2013’te şöyle demiştiniz: “Tarihten bir vesika göstereceğim: Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi, baskı tarihi 1940... Kitabın 5. sayfasında bir resim var. Enstitünün bir laboratuvarının resmi... Raflarda yüzlere kafatası var... Reisicumhur olarak o zaman Mustafa Kemal, başbakan olarak İsmet Paşa’nın imzası var... Bu insani midir? Bu vicdani midir? Bunun bizim dinimizde inanç dünyamızda yeri olabilir mi? Kendi soyunun diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden hiç şüphesiz şeytanın izindedir.” Bu sözlerinizle, antropolojiyle ilgilenen Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü “kendi soylarının diğerlerinden üstün olduğunu iddia etmekle” suçladığınız için “Tamam” diyorum.

Batı’da “Ari ırk” kuramına dayanan Germen antropolojisine göre “Türkler, evrimini tamamlamamış barbarlar” olarak aşağılanıyordu. Atatürk, 1930’larda bu ırkçı aşağılamaya “uygarlık kuran Asyenik brakisefaller” kuramını savunan Latin antropolojisiyle karşı çıktı. Bu doğrultuda Türk Antropoloji Kurumu kuruldu. Türk Antropoloji Mecmuası çıkarıldı. DTCF’de Kafatası/Kemik koleksiyonu yapıldı. Tarih kongrelerinde antropoloji tezleri de tartışıldı. Antropoloji anketleri yaptırıldı. Şevket Aziz Kansu gibi Türk antropologlar yetiştirildi. Antropologlarımız uluslararası antropoloji kongrelerine katıldılar, uluslararası antropoloji dergilerine makaleler yazdılar. Atatürk, E. Pittard gibi dünyaca ünlü antropologları Türkiye’ye davet etti. Bütün bu fiziki antropoloji çalışmalarıyla Türklerin, diğer ırklardan “üstün” olduğu değil, “eşit” olduğu kanıtlanmaya çalışıldı. Örneğin, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Dr. Reşit Galip Bey şöyle diyor: “Her şeyden önce şunu ilan edelim ki, biz insanlığın deri ve saç rengine göre parlayıp karardığına, ruhların iskelet boyundaki santimetre yekün ile yükselip alçaldığına inanan ve âlemi inandırmak isteyenlere kötü gözle bakarız...” Aynı kongrede Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Akçura da şöyle diyor: “Muhterem meslektaşlarımdan birinin de işaret ettiği gibi ırk nazariyelerini sömürgeci milletler, emperyalist devletler icat ettiler. (...) Biz hakka ve hakikate karşı olan (Ari ırk kuramını) asla kabul etmiyoruz. Bir haftadan beri huzurunuzda söz söyleyen arkadaşlarımız ispat ettiler ki, Avrupalıların baskı amacını güderek ortaya attıkları ırk nazariyelerinin ilmi bir kıymeti yoktur.” Yani Atatürk’ün, İnönü’nün desteklediği antropoloji çalışmaları, Erdoğan’ın ifadesiyle “kendi soylarının üstünlüğünü iddia etmek” gibi ırkçı bir amaç taşımıyordu. O antropoloji çalışmalarını yürütenlerden Prof. Afet İnan şöyle diyor: “Atatürk ırkçılığı asla benimsemedi. Atatürk üstün ırk görüşünü telkin etmekten daima çekinmiştir... Kendi zamanlarında politika akımlarında güdülmüş olan ‘ırkçılık’ düşüncesi bizde asla yer almamıştır. O her millete ciddi değer vermiş ve onları saygıya layık görmüştür.”

Daha geçen hafta, CHP’nin, okkası 3 kuruşa Osmanlı arşiv belgelerini Bulgaristan’a sattığını belirterek Cumhuriyeti kuranları tarihe saygısızlıkla suçladığınız için “Tamam” diyorum.

Oysaki bu işin özü şu: 1931’de Maliye Vekâleti’nin, “gereksiz evrakların satılması” isteğini yanlış yorumlayan tarih bilincinden yoksun bir iki işgüzar memur, “gereksiz evrak” olduğunu düşündükleri bazı Osmanlı arşiv belgelerini yok pahasına Bulgaristan’a satarlar. Olayın basına yansımasından sonra hemen harekete geçen CHP hükümeti, hem olayın sorumlularını yargılayıp cezalandırır, hem satılan belgelerin çok önemli bir kısmını geri alır hem de Osmanlı arşiv belgelerini korumak için çok ciddi çalışmalar başlatır. 1923’te Osmanlı arşivini başbakanlığa bağlı olarak korumaya almış olan hükümet, bu olaydan sonra Macaristan’dan arşiv uzmanı (Lojos Feket’i) getirip Osmanlı belgelerinin bilimsel tasnifini yaptırır. 1937’de Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü’nü, 1943’te de Başvekâlet Arşiv Umum Müdürlüğü’nü kurar. Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mustafa Akdağ ve Halil İnalcık gibi tarihçiler, bu Osmanlı arşivlerinde çalışarak Cumhuriyet döneminde Osmanlı tarihini yazarlar.
Sadece bu kadar mı? Hayır!

Ayrıca;

“Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu Lozan’a yönelik haksız eleştirileriniz için “Tamam” diyorum.
“Adını anmak istemediğim şahıs” dediğiniz Milli Mücadele kahramanı, Lozan galibi İsmet İnönü’ye saygımdan “Tamam” diyorum.
Cumhuriyete “90 yıllık reklam arası” diyen milletvekiliniz, Atatürk’ün adını anmaktan çekinen Meclis başkanınız, Çanakkale’nin yıldönümünde Atatürk’ten söz etmeyen Diyanetiniz, İzmir Marşı’ndan rahatsız olan belediye başkanlarınız, Atatürk’ün heykellerini leş gibi sürüklemekten söz eden, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Atatürk düşmanı fesli tarihçiyle muhabbetiniz için “Tamam” diyorum.
Statlardan Atatürk’ün adının silinmesine müsaade ettiğiniz için, Atatürk’ün, Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyet devriminin müfredattan neredeyse tamamen kaldırılmasına izin verdiğiniz için “Tamam” diyorum.
(Ayrıntılar ve belgeler için El-Cevap ve Panzehir adlı kitaplarıma bakabilirsiniz.)

sozcu-banner-1