Atatürk’ün Kastamonu nutkundan bir bölüm:

“Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve şekilleriyle medeni bir toplum haline kavuşturmaktır. İnkılaplarımızın asli umdesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler tamamen kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını nüfuz ettirmek imkansızdır. Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden yardım beklemek, medeni bir toplum için lekedir, ayıptır.
Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.”


GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

Ne yazık ki, bugün durum Atatürk’ün söylediğinin tam tersi; tarikatların siyasi, toplumsal ve akademik alanda sahip olduğu nüfuz, siyasal İslam çizgisindeki bir hükümeti dahi korkutur oldu. Amaç gayet sade ve ortada: İktidardan ve onun nimetlerinden (ihaleler, himmet toplama, siyasi ayrıcalıklar edinme) pay almak. 15 Temmuz FETÖ kalkışması bunun bariz örneği. Bu nüfuz mücadelesinde tarikat ve cemaatlerin kendi içlerinde çeşitlilik gösterdiklerini görüyoruz. Örneğin tasavvuf tarikatları, fıkıh ekolü temelli tarikatlar, cemaatleşmiş-holdingleşmiş tarikatlar, şehirlilere hitap eden tarikatlar, kırsal ve taşraya hitap eden tarikatlar (aynı tarikatın bu iki veçhesi de olabilir) benzeri bir çeşitlenme mevcut. Bunun dışında son dönem ilahiyat hocalarının çeşitli tarikatlara mensup oldukları da yine ilahiyat hocaları tarafından dillendirilmekte. Burada akla gelen ilk soru, bu tarz bir akademisyenin ne derece bağımsız ve bilimsel bir düşünce ortaya koyacağı ve öğrenci yetiştireceğidir. Kendisini tarikat şeyhinin dizinin dibinde oturmaya layık gören bir ilahiyat hocasıyla, başka herhangi bir ideolojiye zihnini teslim etmiş bir akademisyen arasında fark yoktur.

AGAH OLMAK

Tasavvuf düşüncesini bir meta haline getirerek satıcılığını yapmak ise son birkaç yılın hakim modası. Özü itibarıyla, bir hal eğitimi ve ruhu terbiye etme geleneği olan ve içsel bir yorumlama kaygısına sahip tasavvuf anlayışı, bazı tellalların elinde bir eleştirisizlik, bir uyuşturma ve zımnî bir böbürlenme vasıtası olmuştur. Televizyonlarda, üniversitelerde, büyük toplantılarda boy göstermekte yarışan bu kişiler, Türkiye’nin halinden herhalde memnun olacaklar ki, siyasal-toplumsal sorunlara, doğa katliamına, kötü şehirleşmeye, yolsuzluklara, suistimallere, çıkar kavgalarına, eğitimdeki yozlaşmaya pek kayıtsızlar. Bahsettikleri tek şey var; zengin de fakir de olsan, sömüren de sömürülen de olsan halinden memnun olacaksın! Tabi zengin için bu durum hem hoş hem kolay, lakin gelin bunu bir de ayda iki bin lira ile ev geçindirmeye çalışana anlatın.

ATATÜRK’Ü BİR DAHA ANIMSAMAK

Tasavvufu adeta bir uyuşturucu olarak kullananlara baktığınızda; etraflı ve tarihsel bir teolojik bilgi birikiminden yoksun, felsefe tarihini bilmeyen ya da kasıtlı olarak bunu göz ardı eden, bilim felsefesine ve tarihine kasıtlı olarak uzak duran, modern mantığı tamamıyla sümen altı eden manipülasyona yönelik bir zihniyet bu. Anadolu aydınlanması olarak bilinen Selçuklu dönemi tasavvuf hareketinin özüne de yabancılaşmış vaziyetteler, zira o devirde büyük bir samimiyet ve mahviyet hakimken bu devirde bir şımarıklık, bir hesaplılık ve bir danışıklı dövüş hakim. İşte tüm bunları düşününce Atatürk’ün Kastamonu nutku da bir kez daha önem kazanıyor.