Son beş yazıdır değindiğimiz; kaza ve kader, Kur’an ezeli midir yoksa sonradan mı yaratılmıştır, akıl mı önceliklidir nakil mi, Tanrı doğrudan doğaya müdahale eder mi gibi erken dönem tartışmaları, Müslüman zihnin felsefeye ve bilime bakışını belirlemiştir. Gazâlî’nin, sabit doğa yasalarının çıkarılamayacağı düşüncesine karşın (nedensellik ilkesine karşı çıkış) akılcı filozoflar, Tanrı’nın kanunlarını, doğa kanunları olarak ele alırlar; her maddenin kendine özgü nitelikleri vardır ve bu nitelikler değişmez, derler. Tanrı’nın konuşması da bu yasalara bağlı olarak gerçekleşir. Vahyin doğruluğunu akıl bu zeminde tartışır. Tanrı’nın yasaları akılcıdır ve sonsuzdur; bu sonsuzluğun bir parçası olan insan; adalet ve zulüm, iyi ve kötü gibi kavramların bilincindedir.

İYİ KÖTÜ ÜZERİNE TARTIŞMALAR

Keza, dünyada gerçekleşen haksızlıkların ve çirkinliklerin Allah’a isnat edilip edilmeyeceği, bir şeyin iyi ya da kötü oluşunun din tarafından mı yoksa akıl tarafından mı belirlendiği şeklinde tartışılan konuda ise Eş’arileri uzun uzun eleştiren İbn Rüşd, noktayı şöyle koyar: Eş’arilerin “Kötü olan hiçbir şeyin bulunmadığı” şeklindeki yaklaşımı son derece tehlikelidir. Çünkü bu anlayışa göre, söz gelimi Allah’a ortak koşmak (şirk), özünde kötü bir şey olmayıp, sadece din onu kötü saydığı için kötü olacak; aynı şekilde eğer din adaletli yahut iyi bir şey olarak nitelendirseydi, Allah’a isyan iyi bir şey olacaktı ki; bütün bunlar insan aklının kabul edemeyeceği derecede yanlış ve çirkin sonuçlardır. İbn Rüşd, kaza ve kader başta olmak üzere, birbiriyle çelişen tüm ayetlerin Kur’an’ın bütünü dikkate alınarak uzlaştırılabileceğini söyler.

EŞ’ARİLİĞİN AĞIRLIĞI

Bu tartışmalarda; gerçekçi, akılcı, ilimci İbn Rüşd gibi isimler susturuldu; onların fikirlerini söylemek dahi mutaassıp çevreler tarafından suç sayıldı. Ta ki XIV. asra gelindiğinde, dönemin en akılcı isimlerinden biri olarak ortaya çıkan İbn-i Haldun bile artık Eş’ari’dir. Dört büyük mezhep olarak anılan okullar şekillenir. Bu tarihten sonra başka bir mezhep oluşmayacak, buna imkân tanınmayacaktır. Fetvalar sadece bu mezhepler içinden verilir; hatta iş öyle hale gelecektir ki mezhepler arasında geçiş yapmak ya da hükümlerinden faydalanmak dahi (telfik haramdır) yasaklanır. Sebep-sonuç ilkelerini reddeden; aklı, oluşturulmuş hukuk/usul/fıkıh yorumuna indirgeyen; içtihatları 10.yy’a hapseden bu bakış açısı kendini eleştiriye bütünüyle kapatır. Bugün bazı ilahiyat hocalarının, farklılıklar için “hoş görmeyiz, katlanırız” ifadeleri bu cümledendir. Yine bu anlayışın kaynakları temele alınarak, dünyanın düz olduğu, güneşin etrafında dönmediği iddia edilir. Allah’ın iradesine karşı gelmektir, denilerek, çocuk aşıları yasaklanır. Lider, Allah’ın iradesinin yeryüzüne yansımasıdır, denilerek siyasetin, demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının önüne set çekilir. Sekiz-dokuz yaşındaki kız çocuklarının evliliği, kadının dövülmesi, kadının fitne varlık ilan edilmesi vb. hususlardaki fütursuz yaklaşımlar da bu zihniyetin ürünüdür. Listeyi uzatmak mümkün.

SELEFİLİĞİN YANSIMALARI

Eş’arî’lik, İbn-i Teymiyye ve Vehhâbîlik üzerinden devam eden dogmatik bir ideoloji haline gelmiştir. Gazâli felsefeyi nasıl yok ettiyse, İbn-i Teymiyye de teolojiyi yok eder.

Gustave Le Bon: “Bir ulus dirilerinden çok ölüleri tarafından yönetilir. Canlıların tartışılmaz tek efendileri ölüleridir. Biz onların hatalarının sıkıntısını çeker, erdemlerinin ödülünü alırız” der. Kâtip Çelebi’nin ifadesiyle, eski âlimlere sadakat dinde düşünceyi bitirmiştir. Fârâbî ve İbn Rüşd gibi filozoflara, Eş’arî ulemanın tesirinde kalan Müslüman ilim adamları, bugün, 21.yy’da dahi, tepkili ve mesafelidir.