23 Nisan 1920...
Egemenlik, saraydan alındı, halka verildi.



Alman profesörler, Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmaya başladı.



Ordinaryüs Profesör Erich Frank, İstanbul Üniversitesi tıp fakültesine geldi, Türk vatandaşı oldu, tabutuna Türk bayrağı sarıldı, devlet töreniyle Aşiyan’da toprağa verildi.
Profesör Clemens Emin Bosch, Türkiye’deki arkeoloji müzelerini düzenledi, müslüman oldu, Emin adını aldı.
Carl Ebert, Ankara Devlet Konservatuvarı ve Ankara Devlet Tiyatrosu’nun kurucularından oldu, operamıza çağ atlattı.
Profesör Hans Gustav Güterbock, Boğazköy kazılarının başkanlığını yaptı, Hitit hiyeroglifinin çözülmesine öncülük etti, Türk Tarih Kurumu onur üyesi oldu.
Profesör Curt Kosswigg, Manyas Kuş Cenneti’nin kurulmasına öncülük etti, Türk Biyoloji Derneği’ni kurdu, Hidrobiyoloji Enstitüsü’yle bugünkü Deniz Bilimleri Enstitüsü’nün temelini attı, devlet töreniyle Aşiyan’da toprağa verildi.
Profesör Clemens Holzmeister, mimar, TBMM binamızı yaptı.
Profesör Friedrich Dessauer, İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi radyoloji enstitüsü’nün başkanlığını yaptı, biyofizik enstitüsü’nü kurdu, Türkiye’de modern radyoterapinin kurucusu oldu.
Ordinaryüs Profesör Wilhelm Peters, İstanbul Üniversitesi psikoloji bölümünü kurdu, Türkiye’nin ilk deneysel psikoloji laboratuvarını kurdu.
Profesör Walther Kranz, İstanbul  Üniversitesi Alman dili ve edebiyatı bölümünü yönetti, Efes ve Bergama’nın tanınmasına büyük katkı sağladı.
Ordinaryüs Profesör Fritz Neumark, İstanbul Üniversitesi’nde maliye ve iktisat dersleri verdi, vergi kanunlarımızın hazırlanmasına katkı sağladı.
Eduard Zuckmayer, Gazi Eğitim Enstitüsü müzik bölümü başkanlığı yaptı.
Ordinaryüs Profesör Erwin Freundlich, İstanbul Üniversitesi astronomi enstitüsü’nü kurdu.
Ordinaryüs Profesör Albert Eckstein, Ankara Üniversitesi tıp fakültesi çocuk sağlığı ve hastalıkları bölümünü kurdu.
Profesör Hans Wilbrandt, Türkiye’de tarım kooperatifi sisteminin kurucusu oldu.
Ordinaryüs Profesör Leo Brauner, İstanbul Üniversitesi fen fakültesi botanik bölümünün kurucularından oldu.
Ordinaryüs Profesör Hugo Braun, İstanbul Üniversitesi mikrobiyoloji enstitüsü başkanlığı yaptı.
Ernst Reuter, Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesinde şehircilik dersleri verdi, sonra gitti Berlin belediye başkanı oldu.
Edzard Reuter... Ernst Reuter’in oğlu, çocukluğunun 11 yılı Ankara’da geçti, Mercedes’in yönetim kurulu başkanı oldu, “ikinci vatanım” dediği Türkiye’ye vefa borcunu ödedi, Otomarsan’ın kurulmasını sağladı.
Bruno Taut, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde yöneticilik yaptı, Milli Eğitim Bakanlığı’nda mimarlık bölümü başkanlığı yaptı, Atatürk’ün naaşının konulduğu katafalkı o çizdi, o yaptı, kendisine bu iş için verilen parayı kabul etmedi, sadece hatıra için teşekkür mektubu istedi, bu topraklarda kalmayı vasiyet etti. Türkiye Cumhuriyeti onu vasiyetine uygun şekilde onurlandırdı, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilen ilk ve tek gayrimüslim oldu.



Türkiye’ye sığınan Alman profesörleri tam liste yazmaya kalksam, gazeteye sığmaz... 1933-1937 yılları arasında ABD, İngiltere veya Kanada’ya gitmek yerine Atatürk Cumhuriyeti’ni tercih etmişlerdi.



Ernst Hirsch, ordinaryüs profesör hukukçuydu, Cumhuriyet’in 10’uncu yıl kutlamalarına dair hatıralarını şöyle anlattı:
“29 Ekim akşamı sanki kıyamet kopuyordu. Davet, Dolmabahçe Sarayı’ndaki devasa salondaydı. 600 metre uzunluğundaki rıhtım ışıl ışıl bezenmişti. Ve işte ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, mevkilerinden kovulan, evini yurdunu terk edip yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, bu muhteşem sarayda, ülkenin seçkinleri arasında sayılan, saygıdeğer bir Alman profesör olarak hazır bulunmaktaydım. Talihin yüzüme güldüğü bu olağanüstü an, daha Türkiye’deki ilk yılımda nasip olmuştu.”



1929’da bizzat Mustafa Kemal’le görüşen Alman tarihçi Emil Ludwig, Türkiye’deki mucizevi dönüşümü “iki kelime”yle tarif ediyordu:
“Bu topraklara ilk defa umumi harp sırasında gelmiştim, şimdi ikinci defa geldim. İki kelime öğrendim, çabuk ve yavaş... Eski devirde geldiğimde hayat pek hareketsizdi, arabacılara ‘çabuk’ demek mecburiyetinde kalıyordum. Bu defaki ziyaretimde öyle bir sürate şahit oldum ki, otomobilcilere ‘yavaş’ demek mecburiyetindeyim.”



Egemenliği saraydan alıp halka veren Atatürk Türkiyesi... İşte böylesine başdöndürücü hızla kabuk değiştiriyordu.



Egemenliği saraydan alıp halka veren Atatürk Türkiyesi, parlamenter rejimle muhteşem sıçrama yaparken... Avrupa’yı “tek adam” rejimleri kasıp kavuruyordu.
Üç aşağı beş yukarı o dönemlerde, Almanya’yı Hitler, İtalya’yı Mussolini, İspanya’ya Franco, Portekiz’i Salazar yönetiyordu, Rusya’da Stalin hakimdi.



Avrupa’da İngiltere, Fransa ve Türkiye dışında halk egemenliğiyle yönetilen başka ülke yoktu.
Almanya’dan kaçan profesörlerin, Türkiye’ye sığınma sebebi buydu.



Ve, 23 Nisan 2019...
Egemenlik halktan geri alındı, tekrar saraya verildi, henüz bir yıl oldu.



Tek adam rejimine alkış tutan yalaka bir haber kanalımızda, 23 Nisan vesilesiyle çocuklarımıza mikrofon uzatıldı, geleceğe dair hayalleri soruldu...
14-15 yaşındaki pırıl pırıl bir evladımız, üniversiteyi Almanya’da okumak istediğini söyledi, “sonra da belki Alman vatandaşı olurum” dedi!



Alman profesörlerin kaçıp sığındığı Türkiye’den... Çocuklarımızın bile Almanya’ya kaçıp, Alman vatandaşı olmak istediği Türkiye’ye geldik.



İleri demokrasi sosuyla millete yedirilen tek adam rejimi, Türkiye Cumhuriyeti’ni sadece bir yıl içinde işte bu hale getirdi.



Çocuksu samimiyetle dile getirilen bu gerçek, aslında şu anda milyonlarca insanın itiraf etmese bile zihninden geçirdiği hayaldir.



Bana göre, Türkiye’nin kafa yorulması gereken en önemli meselesi budur.



Bu yönetim biçiminde ısrar edilirse, üç beş sene sonra 23 Nisan’da sembolik olarak koltuğa oturtulacak çocuk bile bulunamayabilir!