Bir grup muhafazakâr “İstanbul Sözleşmesi kalksın” istiyor.

Niye?

Onlar ile “İstanbul Sözleşmesi”ni destekleyen Müslümanlar arasındaki yorum farkı ne?

Bunun üzerinde durmak zorundayız; çünkü bu Osmanlı’dan günümüze kadar gelen bir ayrıma; görüş farklılığına işaret ediyor.

Biliyoruz ki Osmanlı’nın kuruluş felsefesi -yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve “bir” olduğunu savunan- Vahdet’i Vücut idi. Muhyiddin Arabi’den Hacı Bektaşi Veli’ye uzanan bir çizgiydi bu...

Orta Asya’dan gelen Muhammet Bahaettin’in Nakşibendiliği de bu felsefeye aykırı değildi.

Ne diyordu Yunus Emre:

“Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücutta bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücutta bulduk”

Ve fakat.

İslam dünyasında Vahdet-i Vücut’u eleştiren görüşler/ mezhepler/ tarikatlar ortaya çıktı. Bu hal Osmanlı’ya da yansıdı.

Osmanlı’da zamanla Nakşibendi HalidiyyeSelefi-Vehhabilik gibi akımlar etkin olmaya başladı.

Devlet katında Vahdet-i Vücut yerini, Vahdet-i Şuhut’a bıraktı. Yani, esas olan “Varlık birliği” değil; “Şehadet birliği” idi artık...

Osmanlı’nın çözülmesi üzerine değerlendirmeler yaparken bu ayrımı da göz önünde bulundurmak gerekmez mi?

LAİKLİĞİN TEMELİ


Nitelikli tartışmalar yapmaktan uzaklaştık.

Vasata, kalitesizliğe teslim olduk.

Mesela şu konuda bile nice eserler üretmek gerekmez mi?

Vahdet-i Vücut, Osmanlı’da gücünü sürdürseydi, imparatorluk dinleri-mezhepleri arasında “çimento”/uzlaşma görevi yapar mıydı?

Biliyoruz ki;  Balkanlar’da –örneğin- Ortodoks Hıristiyanlar ile Bektaşiler yıllarca kimi zaman birlikte ibadet ederek barış içinde yaşadılar.

Ki... Bu aslında laikliğin temeli değil mi?

Ki... Kemalizm’in dini felsefesi Vahdet-i Vücut değil mi?

Ki... Atatürk’ün Alevi ve Sünni çatışmasına çözüm getiren laiklik anlayışı Vahdet-i Vücut paydası değil mi?

Ve daha sonra bu çatışmayı tekrar hortlatan “Tanzimat Müslümanlığı” değil mi?

Bugün yaşadığımız inanç merkezli ayrılıkların temelinde Sünniliğin Vahdet-i Vücut’tan uzaklaşması olamaz mı?

Bunları hiç konuşmuyoruz...

Bunları hiç tartışmıyoruz...

Felsefeyi unuttuk...

Tarihi unuttuk...

Dini unuttuk...

Tartışmayı unuttuk...

Sadece ağız dalaşıyla mahalle kavgası yapıyoruz!

Cumhuriyet ideolojisinin, Batı’yı/Batıcılığı koşulsuz takip ettiğini söyleyenler-yazanlar ne yazık ki Tanzimat ile Kemalizm farkını bile bilmemektedir.  (Kuşkusuz...Tarihe, salt politik kazanç sağlama maksadıyla bakanlardan farklı görüş beklemiyoruz!)

Mesele sadece İstanbul Sözleşmesi değil...

Mesele sadece hilafet çağrısı değil...

Hele hele Diyanet İşleri Başkanlığı makamında oturan eli kılıçlı zat hiç değil...

Temele bakmak gerekiyor...

BÜYÜKELÇİ BUNU YAPMAMALI


Bugün...

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü- Büyükelçi İbrahim Kalın’dan ayrıntılı bahsedecektim. “Ben, Öteki ve Ötesi” kitabını bu köşeden eleştirmiştim...

Geçen gün şöyle tweet attı Büyükelçi Kalın:

-“ Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”

İbrahim Kalın’ın görüşünü elbet biliyorum; kitabını satır satır okudum...

Ve kuşkusuz akademisyen İbrahim Kalın istediğini düşünebilir, yazabilir.

Ama...

Bir devlet sözcüsü- büyükelçi, emperyalizme karşı savaşmış devletin “kurucu babaları” hakkında böyle ulu orta tweet atamaz! Atmamalıdır! Hele... Birlik-dirlik günlerinde ayrılıkları öne çıkarmanın kime yararı var?

Mesele “modernleşme” kavramı ise bizler gerekli tartışmaları yaparız. “Batılılaşma” ile “modernleşme” kavramlarının farklılıklarını yazarız, anlatırız.

Kemalist devrimcilik ile Tanzimat teslimciliğini birbirine karıştırmamak gerektiğinin altını çizeriz. Ve zaten bu konuları yeri, zamanı geldikçe yazıyoruz.

Evet, hep tartışmamız gerekiyor; ama bir devlet bürokratının da günlük siyasete müdahil olup toplumsal pay hatlarını tetiklememesi lazımdır.

Büyükelçinin sözünü kuyumcu terazisinde tartması gerekir. Ülkeyi kamplaştırmamalıdır.

Ya da devletin “kırmızı kitabı” değişti de haberimiz mi yok?

Önümüzdeki günlerde bu konulara ayrıntılı değinmek istiyorum...

Öncelikle bilinmelidir ki:

21’inci yüzyılda yeni hikâyeler elindeki kılıç ile değil, kadın haklarını da temel alan laiklik ile yazılır...

Anadolu masallarının temelinde Vahdet-i Vücut yatar.

İstanbul Sözleşmesi’ni reddeden Suudi Vehhabizmi değil...