Kimi düşünürler şiddetin temel sebebi olarak eşitsizliği öne sürmüşlerdir. Stiglitz’e göre eşitsizlik önceden belirlenmiş bir sosyal mesele değildir ve eşitsizliğin temelinde güç ilişkileri yatar. Stiglitz burada askeri güçten bahsediyor olsa da tarihi daha da geriye sardığımızda bu güç farklılaşmasının sebebini de aramak durumunda kalırız. Kimileri bu eşitsizliğin başlangıcını mülkiyet hakkına dayandırır. Proudhon en başta her şey herkese aitti ve ortaktı; hepsi herkesin malıydı der. Özel mülkiyete şiddetle karşı çıkan düşünürlerin ortak savı bu hakkın yaşama hakkı gibi doğal bir hak olmadığı, sonradan edinilmiş bir hak olduğudur.

Paul Collier, şiddetin tarihini, üretimin yani insanlığın başlangıcına dayandırır. Collier’e göre güçlü ve verimsiz olan, güçsüz ve verimli olanın elindekileri zorbalıkla almıştır. Buradan hareketle yorumlayacak olursak, güçsüz ve verimsiz olan ya kırıma uğramış ya da köleleştirilmiştir. Güçlü ve verimli olan ise güçsüzleri belli bir ücret karşılığında korumuş, bu ücret zamanla vergi adını alırken modern devletin temelleri atılmıştır. Ancak aldığı ücret artık kendi üretimine gerek bırakmadığı için zamanla o da verimsizleşme eğilimine girmiştir.

ŞİDDET ONURSUZ BİR DAVRANIŞTIR

Cicero, onursuz bir davranışın, ancak onursuz olmaya değecek bir kazanç getirdiğinde onursuzlar tarafından tercih edildiğinden bahseder. Öyleyse bu onursuzluğa değecek ne elde edilebilir? Proudhon’a göre hiçbir şey. Çünkü ona göre kimsenin ihtiyacı olanın ötesinde hakkı yoktur.

Peki, mülkiyeti ortadan kaldırmak çözüm müdür? Tam bu noktada karşımıza Veblen’in belirttiği üzere mülkiyet sahipliğinin, aylak sınıfın başlangıcına bağlı olduğu çıkmaktadır. Yani aylak/tembel sınıf ile çalışkan sınıf arasındaki temayüz, ancak mülkiyet hakkı ile sağlanabilirdi. Mülkiyetin en erken biçimi, kadınların, güçlü erkeklerin mülkiyeti olmasıdır. Kadına karşı şiddeti bir grup içi eşitsizlik olarak ele alırsak, kökenleri burada aranabilir.

Diğer yandan onursuz bir davranış için her zaman büyük amaçlar gerekmez. Marc Ferro, Schumpeter’in İngiliz emperyalizmini tanımlayan cümlesini şöyle yorumlamıştır: Bir devletin herhangi bir amacı olmaksızın, hiçbir sınır tanımazcasına gücünü yaygınlaştırmaktan ibaret bir irade göstermesi. Yani kendini gerçekleştirmekten başka hiçbir amaca hizmet etmeyen savaş eylemi.

Bu denli amaçsız bir şiddetin belki de bir açıklaması J.J. Rousseau’nun satırlarında saklıdır: En güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güçlünün hakkı işte buradan gelir. Madem güçlü her zaman haklıdır, öyleyse yapılacak şey her zaman güçlü olmaya bakmaktır. Peki, buna itiraz edilebilir mi? Edilemez; çünkü güç Tanrısaldır, gücü veren Tanrı’dır, güçlü olanın yaptıklarına itiraz, Tanrı’ya itirazdır! Rousseau güce tapanların bu savlarını şöyle çürütür: O halde hastalık da güçlüdür, Tanrısaldır ve Tanrı’dandır. Hastalığa karşı önlem almak da Tanrı’ya itirazdır! Demek ki, güç, hak yaratmaz; ancak haklı güce boyun eğilebilir.

Adalet, dünya devam ettikçe, sadece eşit güçtekiler arasında bir mesele olacaktır. (Tukididis)