Eski Ahit’e göre, bir zamanlar dünyadaki bütün insanların tek dil konuştuğu bir dönem vardı. Bu, insanları birleştirmiş ve iş birliğini öylesine kolaylaştırmıştı ki, imkansız gibi görünen bir şeyi gerçekleştirmek için ortak bir işe kalkışmışlardı: Babil kentinde o denli yüksek bir kule yapacaklardı ki, cennete bu kule yardımıyla erişmeleri mümkün olacaktı.

Bu affedilmez büyüklük taslama girişimi karşısında Tanrı, tasasız günahkarların üzerine gazabını göndermekte gecikmedi. Hayatlarını bağışladı ama dillerini bağışlamadı... Kafirlerin bu girişimlerini önlemek için yapması gereken tek şey, birbirlerini anlamamalarını sağlamak amacıyla dillerini farklılaştırmaktı...”

Yukarıdaki hikaye, dilin önemini, farklı dillerin farklı milletlere yol açtığını anlatarak vurguluyor.

Dilin varlık amacı anlaşabilmektir; dolayısıyla dil, birlikte yaşamanın gereğidir. Dili, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı bir unsur olarak kullanmak, dilin çıkış mahiyetine aykırıdır. Aynı dili konuşurken anlaşamamanın sebebiyse doğrudan üslupsuzluktur. Farklı düşünceler, farklı yaklaşımlar, farklı inançlar insanın varlığı kadar doğaldır ve hatta gereklidir zira “fikirlerin çarpışmasından hakikatin ışığı doğar.” Fakat itirazın dile dökülüş biçiminde hakaret varsa, aşağılama varsa, suçlama varsa, ötekileştirme varsa bu gayri insanidir, gayri ahlakidir. Tartışma bilmeyen, ötekine söz hakkı tanımayan bir toplum “hakikat ışığıyla” buluşabilir mi?

DİL KİŞİNİN AYNASIDIR

Fransız Buffon’un “Üslup insanın ta kendisidir” cümlesi; Ziya Paşa’nın bunu kültürümüze “Üslubu beyan, ayniyle insan” olarak aktarması; Hz. Mevlana’nın “Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar” betimlemesi, Meksikalı Oktavio Paz’ın “İnsan sözcüklerden oluşur, sözcükler de insandan” tespiti, aynı hakikatin ifadeleridir. Dil, zihnimizin aynasıdır. Dil, aklın formudur, akıl nasıl çalışıyorsa dile öyle yansır. Böylece üslup insanın kimliği olur; karakterini, kişiliğini, seviyesini, ahlakını ortaya koyar.

Niteliksizlik her alanda etkisini artırıyor. İşin acı yanı toplumda kabul görmesi. “Şüyuu vukuundan beterdir” dedikleri bu olsa gerek. Hele akademik camiadan gelen üslupsuzluk vahametin tuzu biberi; nitelikli bir şekilde kendi akademik itirazını tatmin edemeyenlerin, tatmin vasıtası olmaya başladı adeta. Toplumsal kurumların temsil ettiği değerler bileşik kaplar misalidir; bozulma siyasetten eğitime, hukuktan sanata her alana sirayet ediverir.

USUL ESASTAN ÖNCE GELİR

Mecelleyi derleyen komisyonun başkanı Ahmet Cevdet Paşa “Usul esasa mukaddemdir” der. Hukukun temel ilkelerinden biri olan bu ilke aynı zamanda siyasetin ve dahi günlük hayatın da temel ilkelerindendir. Hukukta usulün atlanmasının yol açtığı fiili durumların esası nasıl bozduğuna defalarca şahit olduk. Siyasette de usulün/üslubun yok sayılmasının icraatta usulsüzlüğe yol açacağı öngörülmelidir. Üslupsuz icraat/eylem hükme esas teşkil etmez.

Bir yatırımın, topluma kazandıracaklarından önce nasıl yapıldığına yani usulüne bakılır. Usulsüzlük varsa yatırımın maksadında hüsnü niyet aranmaz. Bunlardan da evvel üsluba bakılır. İnadına değil, halkın yararına yatırım yapılır.