“Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır.” (Atatürk, 1924)


Bugün, 4 Ekim 2021; bugün, 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunulan, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren “Türk Medeni Kanunu”nun hayata geçirilişinin 95. yıl dönümü; bugün, Türk kadınının yüzlerce yıllık prangalarından kurtulmasının, sosyal hayatta kadın erkek eşitliğinin sağlanmasının 95. yıl dönümü...

ATATÜRK’ÜN MEDENİ NİKÂHI

Atatürk, Büyük Zafer’in ardından, 10 Eylül 1922’de İzmir’e geldi. Göztepe’de Uşaklıgil ailesine konuk olduğunda orada Latife Hanım’la tanıştı. Çift, tanışıp görüşmenin ardından evlik kararı aldı.

Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikâhlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara “imam nikâhı” deniliyordu. Evlenecek kadının nikâha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını “vekili” olan başka bir erkek temsil ediyordu.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk kadınlarıyla (1925)


Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurullarla gerçekleşti. Öncelikle nikâhı bir din adamı (imam veya müftü) değil, bir kadı, yani bir yargıç (İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi) kıydı. Törende her iki çift de hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve davetliler de oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu.

Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve davetlilerin huzurunda, kendi özgür beyanlarıyla devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni (çağdaş) nikâhı, bizzat kendi nikâhında uyguladı. Atatürk, bu uygulamasıyla Türk Medeni Kanunu’nun kabulünden yaklaşık 3 yıl önce “medeni nikâh” konusunda topluma örnek oldu.

Atatürk’ün 1923’teki medeni nikâhı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi.

Osmanlı’da Medeni Kanun Denemesi: Mecelle


Türkiye’de medeni kanun çabalarının kökleri, Osmanlı’nın “kanun devleti” olma yoluna girdiği Tanzimat’a kadar gider. Tanzimat Döneminde içeride yeni kanunlar yapmak ve Batı’dan yeni kanunlar almak biçiminde iki tür yöntem izlendi. Örneğin, Ceza Kanunnamesi (1840 ve 1851), Arazi Kanunnamesi (1858), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye (1876), Aile Hukuku Kararnamesi (1917) gibi kanunname ve kararnameler içeride yapılan yeni kanunlara örnektir. Buna karşın Ticaret Kanunu (1850). Deniz Ticaret Kanunu (1863), Ceza Mahkemeleri Usulü (1880) gibi kanunlar ise Batı’dan alınan kanunlara örnektir.

Osmanlı’nın Batı karşısında geri kalması ve değişen çağa uyum sağlama isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da medeni kanun tartışmasını başlattı. Bazı devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir “Code Civil Komisyonu” kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başladı. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa da bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışmaya başladı. Tartışmalar sonunda İslam hukukuna dayalı bir medeni kanun düşüncesi kabul gördü. 8 yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayınlandı.

Türk Medeni Kanunu’nun mimarlarından Mahmut Esat Bozkurt


Mecelle sadece Hanefi mezhebi doğrultusunda hazırlanmış dinsel bir metindi. Mecelle’de, kişi, aile, miras konularına yer verilmemiş; eşya, borçlar ve yargılama hukuku esas alınmıştı. Mecelle, düzenlenişi itibarıyla Batı hukukunu esas alması, irade serbestliğine dayanması, bazı yargılama kuralları getirmesi ve Arapça fıkıh kitaplarının aksine Türkçe yazılması bakımdan yenilikçi nitelikler de taşıyordu. Ayrıca İslam hukukunu ilk kanunlaştırma örneğiydi.

Aile ve miras hukukunu içermeyen Mecelle’nin gerçek bir medeni kanun olmadığı söylenmiştir. Mecelle’nin bu eksikliğini tamamlamak için İttihat ve Terakki döneminde, 1916’da, iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı kanun, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla kabul edildi. Bu kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe bazı sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana kadar serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu da düzenlemişti. Müslüman-gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu kararname, 19 Haziran 1919’da İstanbul Hükümetince yürürlükten kaldırıldı.

Türk Medeni Kanunu’nun Hazırlanması


Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir medeni kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı dinsel hukuka dayalı medeni kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te cumhuriyetin ilanı, 1924’te halifeliğin, Şeriye (Din) ve Vakıflar Bakanlığı’nın kaldırılması, şeri (dinsel) mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, ulus egemenliğine dayanan laik bir devlet kuruyordu. Bu yeni devletin çağdaş kanunlara ihtiyacı vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki meclis konuşmasında kanunların çağdaşlaştırılmasını istedi.

Atatürk, çağdaş kanunları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski hukuk anlayışını eleştirdi, çağdaş hukuka vurgu yaptı. Şunları söyledi: “Yeni ulus, dinsel ve mezhepsel bağ yerine Türk ulusçuluğu bağı ile bireylerini toplamıştır... Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir... Büsbütün yeni yasalar yaparak eski hukuk esaslarını temelinden ortadan kaldırma girişimindeyiz...” Atatürk bu sözleriyle hukuk devriminin işaretini verdi.

‘Kanuni Medeni, Anahatlar’, 1927 basımı.


Atatürk’ün isteğiyle çağdaş bir medeni kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) bakanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları incelendi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, “İsviçre Medeni Kanunu”na karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu kanun, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni kanundu. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni kanunun temelini oluşturmuştu. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 530).

İsviçre Medeni Kanunu’nun Türkçeye tercüme edilmesiyle oluşturulan “Türk Medeni Kanunu Tasarısı” 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu.

Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi: “Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir... Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.” Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların ihtiyaçları arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile haline getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi.

Sosyal hayatta kadın erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına, Türk kültür köklerine uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanunu,  kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan eski kanunlardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının gasp edilmesiydi. İşte Atatürk Cumhuriyeti, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadına geri verdi.

TBMM’de madde madde değil bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı “Türk Medeni Kanunu” olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.

Türk Medeni Kanunu’ndan iki ay kadar sonra -İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak- Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir “Borçlar Kanunu” çıkarıldı. (22 Nisan 1926).

Türk Medeni Kanunu’nun Getirdikleri


Türkiye’de, Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türk kadınının temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni kanun yoktu. Mevcut düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Mahkemede ancak 2 kadın 1 erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın, giyim kuşamından (etek boyundan, feracesine), bulunabileceği ortamlara kadar katı kurallarla sınırlandırılmıştı. İşte 1926 “Türk Medeni Kanunu” bu çağ dışı düzeni yıktı. Türk kadınına temel haklarını kazandırdı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile dinsel hukuktan medeni (çağdaş) hukuka geçildi, böylece;

- Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak ailede kadın erkek eşitliği sağlandı.

- Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.

- Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi.

- Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi.

- Patrikhanenin din dışındaki yetkileri kaldırıldı. Müslüman, gayrimüslim ayrımına son verilerek ülkedeki tüm yurttaşlar, dinlerine mezheplerine bakılmaksızın, Medeni Kanun’a tabi kılındı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı; sosyal hayatta her bakımdan kadın erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğretim görüp çalışma hayatının her alanında kendilerine yer buldular, maddi manevi güvencelere sahip oldular. Medeni Kanunla din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlık haklarına son verildi. Ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendirildi. Osmanlı’dan kalan kapitülasyon hukukunun son kalıntıları da ortadan kaldırılarak “adli bağımsızlık” elde edildi Sosyal hayatın, değişmeyen dinsel kurallar yerine insan aklının eseri dünyevi kurallarla düzenlenmesiyle laik devlet yolunda güçlü bir adım atıldı. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı; 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Türk Medeni Kanunu’nun kabulü, Atatürk’ün en büyük devrimlerinden biridir. Bu devrim, Türk kadınını kurtarmıştır. İslam dünyasının genelinde kadının bugün hala ikinci sınıf olması, Atatürk’ün, Türk Medeni Kanunu’yla, 95 yıl önce başardığı işin büyüklüğünü gözler önüne sermeye yeter de artar bile...