Belkahve’ye geldik.

Atatürk, Belkahve’den İzmir’e baktı.

“Ah güzel İzmir” dedi.

Bornova Ovası’ndan Manavkuyu’ya kadar uzanan alan boydan boya bol güneşle ışıl ışıldı. Tarlalardaki ekili sebzeler yeşil bir örtü gibi toprağı kaplamıştı. Ortasından, gümüş parıltısıyla bir çay kıvrım kıvrım akıyor ve bizim gideceğimiz yol bu çayın yatağını takip ediyordu.

Büyük Atatürk rüzgârdan alnına düşen altın sarısı saçlarını arkaya attı, mavi gözleri puslu, gökyüzünde uçan bir sürü leyleğin ardından baktı. Leylekler gitti, gitti, rüzgârda kabaran sisin tozpembe nakışları arasında, aşağıda bir yerde çayın oluşturduğu büyük su birikintisine incecik bir sarı yansımıştı, bir güneş ışını... Sarı, yeşile, kırmızıya, turuncuya dönüşüyordu, oraya doğru uçtu gitti leylekler.

Aziz Atatürk onlara uzun uzun baktı.

“Annem, ‘leylekler erken göç etti, kış sert geçecek’ derdi” diye mırıldandı.

Sonra hayal meyal görünen İzmir’i gösterdi.

“Güzel İzmir...” dedi. “İsmini hürmet ve şükranla andığım güzel şehir, kahraman şehir... İzmir’i ve 9 Eylül’ü anlamayan Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığı da anlayamaz...”

★★★

“9 Eylül denilen o iki kelime Türkiye’nin değişen yazgısı, özgürlüğü ve bağımsızlığıdır.

Güzel İzmir...

İşgal edildiği gün Kurtuluş Savaşı’nı başlatan; işgalin bittiği gün Kurtuluş Savaşı’nı bitiren dünyadaki tek şehir İzmir’dir.

Dağlarında çiçekler açan İzmir, Türk Milleti’nin karakteridir.

9 Eylül, İzmir’i düşmandan kurtardığımız, Yunana haddini bildirdiğimiz gündür!

Emperyalizmin (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya) muazzam desteği altında İzmir’i işgal eden Yunan ordusunun işgal boyunca haykırdığı bir marş vardı. Megalo İdea (Büyük İdeal) takipçisi siyasilerin ve Helen Kraliyetinin generallerinin isteği üzerine bu marşın kamçıladığı Yunan askerleri, Anadolu’ya öyle bir kin ve zulüm taşıdılar ki, Anadolu’dan kaçıp giden tüm Osmanlı Rumlarının vebali de hiç şüphesiz onların hanesine yazılmıştır.

O marş şöyleydi:

‘Şimdi İzmir’e geldik.
Türk ortadan kalkacak
Türk’ün kanı akacak!


 

Şimdi İzmir’e geldik.
Ayasofya’ya uçalım!
Camiler yerle bir edilecek!


Ve onların üzerine
haç dikilecek!..’


İşte 9 Eylül, Yunan askerinin Megalo İdea’sının Türk süngüleriyle yıkıldığı gündür...

★★★

İzmir’in işgali, milletin kalbinde derin bir yara oluşturmuştu.

Millet, İzmir için feryat ediyordu.

İzmir, milletin elemlerini, feryatlarını, kararlılık ve imanını ifade etmek için bir parola olmuştu. Her bakımdan çok değerli olan İzmir, elbette düşmanların elinde bırakılamazdı ve nitekim bırakmadık.

9 Eylül, Türk ulusunun bağımsızlığına bağlılığının belgelerinden sadece biridir.

O güzel İzmir’in kurtarılmasında emeği geçen isimli isimsiz kahramanlara selam olsun.

Hele bir Yüzbaşı Şerafettin vardı...

Yüzbaşı Şerafettin işgalden sonra 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren ilk Türk subayıydı...

İzmir’in kurtarılışından sonra kendi ellerimle binbaşı rütbesini taktım ona... Daha sonra da İzmir için yaptığı kahramanlıklardan dolayı İzmir soyadını verdim.

★★★

İzmir’in işgalinden sonra, yüreklerde oluşan İzmir özlemi ve kenti kurtarma arzusu, ordudaki subay ve erler arasında büyük bir heyecan seli yaratmıştı.

İzmir’e ulaşma düşü, yüreklerde kabarmış alevden bir topa dönüşmüştü.

30 Ağustos günü düşmanın ana unsurlarının yok edilmesinin ardından, ‘Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri’ emrimi alan ordu, İzmir’e akarken, İkinci Süvari Tümen Komutanı Yarbay Zeki Soydemir, öncü olarak Birinci Süvari Alayı’nı görevlendirdi. Öncülerin öncüsü olma görevi de İkinci Süvari Tümeni’nin 4. Alayı’nda Bölük Komutanı Yüzbaşı Şerafettin’e verildi.

Yüzbaşı Şerafettin bu anısını bana şöyle anlatmıştı:

‘Paşam, anlatılmaz bir hızla mesafeleri aşıyor, İzmir’e doğru uçuyorduk. Kaçan düşman, köyleri kasabaları yakıyor, intikamını sivil halktan alıyordu. Adım başı rastladığımız yürekler acısı manzara, hızımızı büsbütün çoğaltıyordu.

9 Eylül sabahı 09.00’da Bornova’ya girdik, sonra Halkapınar’a doğru ilerledik.

Bir anda müfreze bir fabrikadan ateş yağmuruna tutuldu. Burada şehit olan dört erin başlarının İzmir’e dönük öldüğünü gördüm. Şimdi Halkapınar Şehitliği’nde yatıyorlar.

Ruhları şad olsun.

Müfreze yürüyüşüne devam etti.

Yönümüzü Alsancak yönüne çevirdik.

80 kişilik kuvvetle şehre akmaya başladık.

Müfrezemin başında kente saat 10.30’da girdim, Kordonboyu’na kurşun ve şarapnel yağmuru altında 40 askerimizi şehit vererek ulaştık.

Dörtnala Kordonboyu’ndan Pasaport İskelesi’ne geldiğimizde, bir Rum’un attığı bomba, atımın önünde patladı.

Omzuma ve koluma bomba parçaları isabet etti, parçalanan atımı değiştirerek, yoluma devam ettim.

Hükümet Konağı’nın önündeki makineli tüfekten üstümüze yağan mermiler de bizi durduramadı. Bu mermilerden biri sol omzumu sıyırdı geçti. Acı falan hissetmiyordum. Tek düşündüğüm şey Konak’taki Hükümet Konağı’nın balkonunda dalgalanan göndere çekili Yunan bayrağını indirip yerine al yıldızlı bayrağımızı çekmek ve onun dalgalanmasını görmekti.

Balkona çıktığımda göğsümden çıkardığım ve kanımla daha da kırmızılaşmış olan şanlı bayrağımızı göndere çektim.

Paşam, o anda yaraları kim düşünür, ölsem ne gam. İzmir’i kurtarmıştık. Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk.’

İşte böyle anlatmıştı bana Yüzbaşı Şerafettin...”

★★★

Büyük Atatürk bunları konuşurken derin bir iç çekmişti. Sonra o günleri tekrar yaşıyormuşçasına anlatmaya devam etti:

“Yüzbaşı Şerafettin ve süvari birliği İzmir’e girmeden bir gün önce... İzmir’e doğru ilerlemeye başlayan Fahrettin Altay Paşa’nın komutasındaki 5. Süvari Kolordusu’nun en uç noktasındaki süvari birlikleri, Yunanlarca yakılmış Manisa’yı gerilerinde bırakıp 8 Eylül günü hava kararırken Sabuncubeli’ne vardılar. Sık ormanlarla kaplı, dar ve çok kavşaklı olan uzun geçidin tenhalarında düşman birliklerinin mevzilenmiş olduğunu öğrendiklerinde, güneş battıktan sonra Türk süvarileri atlarından atlayarak mevzilere girdiler ve sabahı beklediler.

Gece boyunca Yunanların mevzilerinden ayrılarak hızlı biçimde Bornova yönüne geri çekildikleri belli olmuştu. Türk tarihinin en uzun gecelerinden biri olan ve ucunda özgürlük alevi yanan koyu karanlık saatler biterken, 20. Alay’ın 3. Bölük Keşif Komutanı Teğmen Enver Bey, Bornova Ovası’nı seyreden sırtları düşmanın terk ettiğini ve 15 kilometre ötedeki İzmir’i gördüğünü, komuta kademesine bildirdi. İstiklal Süvarileri, mevzide sabahı bekliyordu, koca bir ordu nefesini tutmuş sabahı özlüyordu.

★★★

9 Eylül 1922... Serin bir sabah meltemi esiyordu. Yüzbaşı Şerafettin komutasındaki öncü Türk Süvarileri, Belkahve sırtlarından Sabuncubeli’nin yemyeşil kıvrımlarından aşağı doludizgin atıldılar.

Ardından Fahrettin Altay Paşa’ya bağlı süvari birlikleri İzmir yönüne doğru inmeye başladılar.

Ardından biz Fevzi ve İsmet paşalarla, ordunun başında, Belkahve’den inip İzmir’e girdik...”

★★★

Büyük Atatürk bunları söyleyip sustu.

Nefes nefese kalmıştı. Yorulmuştu. Bana baktı. “İzmir’deki ilk günlerimizi de sen anlat Topkapılı...” dedi.

“Başüstüne paşam” dedim ve anlatmaya başladım.

“Paşam, düşmandan kurtardığımız İzmir’de geçireceğiniz ilk akşam size zengin bir sofra hazırlandığı halde, bir tabak fasulye, yanında pilav ve bir maşrapa ayranla karnınızı doyurdunuz. Geç vakitlere kadar çalıştınız.

Ertesi sabah erkenden uyandınız. Bir yumurta ile bir boyoz ve ayrandan ibaret kahvaltınızdan sonra vilayet konağına gittiniz.

Vali, İngiliz konsolosuyla konuşuyordu. Siz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile sizi tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu.



Siz, konsolosun yüzüne bile bakmadan, valiye sordunuz:

‘Konu nedir?’

Vali anlattı:

‘Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişe duyuyorlar. Kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.’

Paşam, konsolosun Türkçe bildiğini biliyordunuz. Buna rağmen kendinize valiyi muhatap aldınız:

‘Ee, peki daha ne istiyormuş?’

Yaklaşan fırtınanın uğultusunu fark edemeyen konsolos bu soruya Türkçe cevap verdi:

‘Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.’

Siz kaşlarınızı çatarak şöyle dediniz; ‘Ne yani, Yunanlar zamanında siz, tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz?’

Konsolos kasılarak:

‘Evet’ dedi. ‘Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.’

Konsolosa kaşlarınızı daha da çatarak, ‘O halde buyurun tebaanız ile birlikte Yunanistan’a gidin efendim’ dediniz.

Konsolos:

‘Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?’

İşaret parmağınızı tıpkı, ‘Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri’ dediğiniz zamandaki gibi kararlılıkla konsolosa doğru uzattınız.

Siz kiminle, neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz?’ diye haykırdınız...

‘Ben, Türkiye Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (elinizle kapıyı gösterdiniz Paşam) buyurunuz dışarıya efendim!’ dediniz.

Konsolos, sizin son sözünüz üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.

Valiye döndünüz ve şöyle dediniz:

‘Bunlara yüz vermeyin Vali Bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın...

Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak!

Savaş halinde değiliz sanki. Bana savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!’

Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı, Hükümet Konağı’nın kapısından girdi, nazik fakat öfkeli bir hali vardı.

Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.

‘Başkumandan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum.’

Ruşen Eşref, amirali sizin odanıza soktu. Kapıyı kapattık.

Amiral:

‘Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığını kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum’ diyerek övgüler yağdırmaya başladı.

Paşam, siz umursamaz bir sesle:

‘Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin...’ dediniz.

Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:

‘İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız. Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güvende midirler?’

Paşam siz buna şöyle cevap verdiniz:

‘Hiç kuşkunuz olmasın Amiral, tebaanız ve azınlıklar Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.’

‘Peki, suç işleyenler?’

Paşam, kaşlarınızı çatarak kızgın gözlerinizle amiralin gözlerinin içine baktınız bir müddet...

‘Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.’

‘Fakat Paşa hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz, büyük bir toplumu göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile iş birliği yapmış bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır.’

Son cümleye kadar amirali sakince dinlediniz Paşam, sonra; ‘Dünyanın koparacağı gürültü’ ile tehdit edilince, kömür ateşi gibi bir öfkeden doğan, yanan ormanlardan yükselen kırmızı bir ağaç gibi yayarak sesinizi; ‘Şu üstünlük tavrınızı, derhal bir yana koyunuz amiral!’ diye bağırdınız. ‘Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem bile! Bunlar memleketimin iç işleridir, kimsenin bu işlere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.’

Amiralin yüzü bembeyaz oldu.

‘İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.’

Paşam çehreniz o anda çok değişti, sanki cephedeydiniz.

Elinizle denizi gösterdiniz.

‘Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Türk Ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de... Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!’

Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:

‘İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?’

Paşam, sanki o anda sizi, cephede İngiliz’in makinelisinin sesi kesilir kesilmez askerlerinize, ‘Peşimden gelin!’ diye emir vererek tabancanızı çekip İngiliz’in üstüne yönelen ve ‘Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka komutanlar alabilir. Cephaneniz yoksa süngünüz var. Süngü tak! İleri...’ diye haykıran Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal olarak gördüm.

‘Savaş açmak mı?’ diye haykırdınız. Bu haykırış öyle kuvvetli çıktı ki ağzınızdan amiralin dizinin üstündeki sol eli titredi.

‘Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.’

Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği odanızda, oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:

‘Affedersiniz’ dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri gidip dışarı çıktı.

İngiliz ve Fransızlar kendi vatandaşlarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.”

★★★

Değerli okurlarım,

Yukarıdaki satırları değerli romancı kardeşim Hasan Baran’ın yazdığı, SÖZCÜ Kitabevi tarafından özenle basılan ATATÜRK’ÜN FOTOĞRAFINA BAKARKEN adlı tarihi romandan aktardım.

Romanı aldığınızda, iddia ediyorum; “Atatürk’ü hiç böyle okumadım” diyeceksiniz.

Hasan Baran’ı ve SÖZCÜ Kitabevi’ni yürekten kutluyor, sonsuz teşekkürler ediyorum.

Hasan Baran’ın yazdığı Atatürk’ün Fotoğrafına Bakarken kitabını Sözcü Kitabevi'nden almak için buraya tıklayabilirsiniz.