Gençliğim İstanbul-Samatya’da geçti.

O yıllarda Samatya bir şenlikti.
Neredeyse tümü avuç içi kadar bir meydana çıkan, yer yer cumbalı kagir evlerin sıralandığı sokakların kokusu, mevsime göre değişirdi. Örneğin Mayıs ayı ve ilk yaz geldiğinde çevreye, hatta yukarıdaki Kocamustafapaşa’ya kadar, iplere dizilmiş çirozluk uskumruların geniz yakan kokusu yayılırdı. Eskilerin “Küçük Paris” de dedikleri Samatya, yazları istavrit tava, kışa doğru midye dolma ve lakerda, ama yılın tüm aylarında hep deniz kokardı.

Bizlere, yani o dönemin gençlerine göre; semtimizin en çarpıcı özelliği, hangi dine ve etnik kökene sahip olursa olsun, sakinlerinin barış ve huzur içinde, kardeşçe yaşamayı başarmış olmalarıydı...

★★★

Ancak tüm güzel yanlarına karşın bu huzur ve barış semtinde gençliği hedef alan büyük bir tehlike kol geziyordu: Uyuşturucu...

O yıllarda neredeyse her köşe başında bir esrar satıcısına rastlamak mümkündü. Eroin kullanımı henüz yaygın olmadığı gibi, sentetik zehir hapları da üretilmeye başlanmamıştı. Ancak yeşil-kırmızı reçete uygulaması yürürlüğe girmediğinden, uyuşturucu etkili ilaçlar eczanelerden rahatça alınıyordu.

Bu nedenle biz, bir avuç üniversite öğrencisi genç için Samatya Deniz Spor Kulübü sığınılacak bir mabetten farksızdı. Çünkü orada değerli ağabeylerimizin gözetiminde spor yapıyor, kültürel etkinliklere katılıyor, briç turnuvaları düzenliyor ve enerjimizi boşaltma imkanını buluyorduk.

Buna rağmen aramızdan bazı arkadaşlarımız, peynir ekmek gibi satılan esrar tuzaklarına düşmekten kurtulamıyordu.

Günün birinde hepimizin örnek aldığı, derslerinde süper başarılı ve çok sevilen bir kardeşimiz, esrarın tetiklediği şuursuz davranışları nedeniyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kaldırılınca, oturup İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bir mektup yazdık.

Gençleri bekleyen uyuşturucu tuzaklarını anlattık. Çok geçmeden semte bir ekip gönderildi. Ama bir süre sonra ekipteki polislerden bazıları esrar kullanmaya, sonra da satmaya koyuldular.

Onları da bildirdik ve yoldan çıkanların meslekten atılmalarını sağladık.

Ama içlerinden biri, o kadar çok gencin kanına girdi ve ah aldı ki, semtin lanetlediği kişi haline geldi. Geçenlerde öğrendim; tek göz odalı bir evde yapayalnız ve yatalak durumda yaşarken yangın çıkmış ve hiç kimse yardım etmeye gitmediğinden itfaiye gelinceye kadar yanarak ölmekten kurtulamamış...

★★★

TRT’de çalışmaya başladığımda hafızamda çok acı izler bırakan bu anıların da etkisiyle uyuşturucu satıcılarıyla mücadele etmeye, gençliği uyuşturucu belasından uzak tutmayı amaçlayan haberler yapmaya başladım.

★★★

70’li yıllarda vitaminlerden bile daha çok satılan uyuşturucu etkili ilaçlardan birinin adı “Gastro Gut” idi.

Sindirim sistemi hastalıklarını kalıcı olarak tedavi etmemesine karşın, ağrıları geçici biçimde giderdiğinden, en çok tüketilen ilaçlar arasında yer alıyordu. Koskoca bir fabrika sadece bu ilacı üretiyordu.

İçeriğinde alkol ve mentolün yanı sıra, etken madde olarak sıvılaştırılmış afyon bulunuyordu.

Bu nedenle uyuşturucu bağımlılarının da gözdesiydi!

Bağımlılar eczanelerden hiçbir güçlükle karşılaşmaksızın kolayca aldıkları Gastro Gut’u, bir yemek kaşığının içine boşalttıktan sonra, ispirto ile ısıtarak alkol ve mentolü uçuruyor, geriye kalan sıvı afyonu damardan enjekte ediyorlardı.

Böylece eroin kullanmış gibi olduklarından, oracıkta kendilerinden geçiyorlardı.

Dozu yüksek kaçıranlar ise komaya girip ölüyorlardı!..

★★★

Gastro Gut bağımlılarının yürek paralayan trajik durumlarını röportajlarla görüntüleyerek, büyük engelleme girişimlerine karşın, TRT’nin tek kanallı televizyonunda yayınladım.

Görüntüler öylesine etkileyiciydi ki, Sağlık Bakanlığı ilacın üretimini hemen durdurdu.

Bir süre sonra da fabrika kapandı!..

Böylece binlerce genç, o yıllarda henüz pek bilinmeyen eroinden çok daha kolay ve tehlikesizce ulaşılabilen bu ağır uyuşturucu etkili ilaç nedeniyle bağımlılığa yakalanmaktan ve ölümden kurtulmuş oldu...

★★★

Yine o yıllar...

İstanbul’un göbeğinde bir kahvehane...

Her zaman demli çayın bulunduğu bu kahvehanede müşteriler yüksek sesle konuşmazlardı.

Zira garson çayla birlikte uyuşturucu hap siparişi de alırdı.

Örneğin “Bir bardak çay ve iki sarı bomba” ya da “Çayla birlikte bir takviyeli getir” gibi!..

Sarı bomba, Nembutal adlı uyuşturucu ilacın müptelalar arasındaki adıydı.

“Takviyeli” deyimi ise, Revonal ilacının kutusuna iri harflerle yazılıp kalın çizgiyle çerçeve içine alınmış “takviyeli” ibaresinden kaynaklanıyordu.

Demli çay ince belli bardakla servis edilirken, bu uyuşturucu haplar, işlemeli bardaklarla sunulan memba sularıyla içilirdi.

Bazen de kahvede kağıt oynayanlar birbirlerine tıpkı sigara ikram edercesine bu haplardan verirlerdi.

Belki inanmayacaksınız ama uzun yıllardır üretilmediği için isimlerini rahatça yazdığım zehirden farksız hapları rakıya karıştıranlar bile vardı!..

★★★

Sürüm öylesine çoktu ki, bazı eczaneler şimdi nasıl vitrinlerini güzellik ürünleri, kozmetik çeşitleri, vitaminler ve sağlıklı yaşam için gıda destekleriyle dolduruyorlarsa, o yıllarda da tepeleme bu hap kutularını yığarlardı.

Gel, gel diye bağıran “sarı bomba” Nembutaller, “takviyeli” ya da bir yüzü pembe, diğer yanı beyaz olduğu için “pembe-beyaz” da denilen Revonaller...

Ve diğerleri...

Yani Sağlık Bakanlığı’nın izniyle satılan zehirler, ölüme sürükleyiciler...

Bu ilaçları basamak yapıp, her türlü uyuşturucuya ve son olarak da eroine esir düştükten birkaç yıl sonra yitip giden gencecik çocuklar, evlat acısıyla kahrolan analar, babalar...

Bu acı gerçeklerin tümünü, uyuşturucu propagandası yapma tuzağına düşmeden hep uzmanların görüşleri doğrultusunda yayınlayıp, toplumu ve yetkilileri uyarma görevimizi yerine getirdik.

★★★

O yıllarda henüz, merhum Yıldırım Aktuna, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne başhekim olarak atanmamış ve müthiş devrim başlamamıştı!

Onun alkol ve madde bağımlılarını tedavi etmek için kurduğu AMATEM’den eser yoktu!

Uyuşturucu bağımlıları yakınlarına ve çevreye zarar vermeye başlayınca, toplama kampından farksız bu hastaneye getiriliyor, çoğu ailenin de oraya bırakıp bir daha arayıp sormadığı kurbanlar öldükten sonra cesetleri, tıp fakültelerinin ilaçlı su dolu havuzlarına kadavra olarak atılıyordu!..(Yazımın başında sözünü ettiğim arkadaşımız da orada hayata veda edenlerden biriydi.)

★★★

Bu haberleri yaparken, uyuşturucu baronları, mafya ve ilaç lobileri de boş durmadılar. Hatta Hürriyet’te çalışırken ipliğini pazara çıkardığımız bir eroin satıcısı, beni ve muhabir arkadaşım Namık Koçak’ı bıçakla doğramaya bile kalktı, canımızı zor kurtardık.

Uluslararası uyuşturucu-kara para-döviz ve altın kaçakçılığı üçgenini belgeleyip yayınladığımız için günlerce Antalya’da saklanmak zorunda kaldık. (DEVAMI YARIN)