1920.

İşgal yıllarıydı.

Ege bölgemize Yunan oturmuştu.

Coca Cola krizi çıktı!



İzmir’de McAndrews & Forbes Company adında bir İngiliz şirketi vardı, meyan kökünde dünya tekeliydi.

1850’li yıllarda bizim topraklara gelmiş, Saray’dan imtiyaz koparmıştı, Ege bölgesinde meyan kökü topluyordu.

Aydın, Nazilli ve Söke’deki fabrikalarında endüstriyel olarak işliyor, sonra da ABD’ye ihraç ediyordu.

Kilosunu 20 paraya alıyor, işliyor, 6 kuruşa satıyordu, kilo başına 12 kat kazanç sağlıyordu, yılda 50 bin ton ihraç ediyordu.

En büyük alıcısı Coca Cola’ydı.

Hammaddesiydi.

Ayrıca, sakız, şurup, bira yapımında kullanılıyordu.

Osmanlı sarayı’nın hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi, meyan kökünün değerinden filan da haberi yoktu.

Hüda-i Nabit, yani doğada kendi kendine yetişen, ticari açıdan işe yaramayan bitkilerden sayılıyordu.

Ege’deki Yunan işgali, McAndrews & Forbes Company’nin faaliyetlerini durdurmamıştı, topraklarımızda kan gövdeyi götürürken ticarete şakır şakır devam ediyorlardı.

1920 yılının ocak ayında, o güne kadar görülmemiş bir şey oldu, İngiliz şirketinin Aydın’daki fabrikasından yüklenen ve İzmir Limanı’na giden deve kervanları, şehre girerken Kuvayı Milliye tarafından durduruldu, malın tamamına el konuldu.

Sonra bir daha...

Sonra bir daha...

Meyankökü trafiği kesilmişti.

Şirket, İngiliz şirketiydi ama, en büyük alıcı ABD olduğu için, İngiliz elçisinden önce ABD elçisi devreye girdi, Vahdettin’in dışişleri bakanını ayağına çağırdı, “başıbozuk çetelerle temas kurun, meyankökü sorununu derhal halledin” diye fırçaladı!

Şımarıklık bu seviyedeydi.

Hem bizim memleketimizi işgal ediyorlar, soyuyorlar, sömürüyorlar, hem de bize “başıbozuk çete” diyorlardı.

Bizim topraklarımızı kendi hakları olarak görüyorlardı.



Ve, sadece yerüstünü değil, asıl yeraltı zenginliklerimizi götürüyorlardı.



Aynı dönemde, yani Ege işgal altındayken, Osmanlı sarayı tarafından bir İngiliz şirketine Aydın’da ve Muğla’da petrol arama ruhsatı verildi, bir Fransız şirketine Manisa’da petrol arama ruhsatı verildi, bir Amerikan şirketi ise Manisa’da çoktaaan petrol kuyusu açmıştı.

Vahdettin hükümetinin kapısında kuyruk olmuşlardı, yangından mal kaçırır gibi ruhsat üstüne ruhsat alıyorlardı, 99 yıllığına imtiyaz koparıyorlardı.

Aydın’da Kuyucak, Muğla’da Dalaman, Manisa’da Alaşehir’in peşindeydiler, ruhsatları köy isimlerini vererek istiyorlardı.

Bu ruhsatların adreslerinden kesin olarak anlaşılıyor ki, Ege bölgemizde hangi yeraltı zenginlikleri var, nokta atışı yerini biliyorlardı.

Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Yunan, Avusturya, Rus şirketleri vardı. Önce toprağı satın alıyor, sonra satın aldıkları toprakta maden arama ruhsatı alıyorlardı. Yabancıların, maden ihalelerine yerli ortaksız/doğrudan girme hakları vardı. Kömür, kurşun, bor, ne bulurlarsa götürüyorlardı.



1921.

Sakarya Savaşı’nın hemen öncesiydi.

Ankara’ya sürpriz bir Amerikalı ziyaretçi geldi, ısrarla Mustafa Kemal’le görüşmek istiyordu.

Barnum Brown.

Paleontologtu.

Dünyanın en ünlü dinozor avcısıydı!

T-Rex...

Yani, Tyrannosaurus’u ilk bulan kişiydi.

New York’taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde sergilenen dünyanın en büyük dinozor fosil koleksiyonunu, tek başına oluşturmuştu.

Hindistan’da Küba’da Burma’da Guatemala’da Patagonya’da araştırmalar yapıyordu. O yılların ilkel seyahat şartlarında, adeta Indiana Jones filmlerini andıran coğrafyalarda dolaşıyordu.

Ve, aslında düpedüz casustu.

ABD’nin petrol ve maden çıkarları için çalışıyordu.

Stratejik jeolojik veriler topluyordu.

Arkeoloji maskesi artık yetmiyordu, paleontoloji maskesi takıyorlardı.

Ankara’ya Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ni temsilen gelmişti.

Yeraltı zenginliklerimiz hakkında araştırma yapmak istiyordu.

Halide Edip’in aracılığıyla Mustafa Kemal’le görüştü.

“Anadolu’da fosil araştırması yapabilir miyim?” diye sordu.

Mustafa Kemal’in cevabı beklendiği gibiydi.

“Hayır!”

Barnum Brown eli boş döndü, tırıs tırıs gitti.

Ama, bu girişim iki gerçeğe işaret ediyordu...

Bir, Anadolu’da petrol vardı.

İki, Amerikan devleti henüz Sakarya Savaşı bile başlamadan önce, Anadolu’daki mücadeleyi Mustafa Kemal’in kazanacağından emindi.



1923.

Cumhuriyet ilan edildi.

İlk iş, yabancı imtiyazlarına son verildi, madenler devletleştirildi.

Yeraltı kaynaklarımızın elalem tarafından yağmalanması durduruldu.



2002.

Akp iktidara geldi.



1923’ten 2003 yılına kadar, yani Cumhuriyet’in ilanından Akp’nin iktidara gelmesine kadar Türkiye’de kaç maden ruhsatı verilmişti?

Bin 168.



Peki, 2003’ten bugüne kadar kaç maden ruhsatı verildi?

En az 150 bin!

Yanlış okumadınız...

En az 150 bin.



İki yıl öncesine kadar resmi olarak böyleydi, 2019’dan bu yana kaç ruhsat daha verdiklerini bilmiyoruz, 400 bini geçtiği söyleniyor.



Kimisi kazıyor, kimisi henüz arama yapıyor, kimisi de çantacı, kazma küreği bile yok, ruhsatı kapıyor, avantasını alıp cillop gibi devrediyor.



Çünkü...

2004 yılıydı.

Maden yasası çıkarıldı.

“Yağma yasası” denilseydi, daha doğru olurdu.

Bu yasayla “sömürge madenciliği”nin önü açıldı.

Doğa, insan, bilim gibi engel kabul edilen kavramlar, bu yasayla ortadan kaldırıldı.

Ormanlar, meralar, zeytinlikler, su havzaları, milli parklar, hatta SİT alanları maden şirketlerine sunuldu, inanmakta güçlük çekebilirsiniz ama, Ayvalık’ta örneği var, plaja bile maden ruhsatı verildi.



Bu yasa 2004 yılında hangi gün yürürlüğe girdi biliyor musunuz?

5 Haziran’da.

Dünya Çevre Günü’nde!

Yani hem yağma yasası çıkardılar, hem alay ettiler.



Netice?

100 yıl önce imtiyazlarına son verilen yabancı maden şirketleri, 100 yıl sonra yeniden yeraltı zenginliklerimize üşüştü.

Amerikalı, İngiliz, Avustralyalı, Kanadalı, Hollandalı, Alman, İsviçreli, Belçikalı, Fransız, Rus, Çinli, İspanyol, Macar, Portekizli, Danimarkalı, İtalyan, Hintli, Singapurlu, Güney Koreli şirketler, Türkiye’de madencilik yapıyor, altın, gümüş, bakır, krom, nikel, bor, ne bulurlarsa götürüyorlar, tee Karayipler’den Cayman adalarından, Virgin adalarından gelip Türkiye’yi kazan şirket var, Suudi var, İsrailli var, Yunan var, Suriyeli var.

Sırf yabancı şirketlerin Türkiye’de sahip olduğu maden alanı 200 bin kilometrekareyi aştı, Türkiye topraklarının dörtte biri yani!



Ormanları cayır cayır yanan Muğlamız mesela... İl sınırlarının yüzde 60’ı madenler için ruhsatlandırıldı, ormanlarının yüzde 65’inde maden ruhsatı var, tarım alanlarının yüzde 48’inde maden ruhsatı var, nadir flora ve fauna barındıran tabiatı koruma alanlarının yüzde 55’inde maden ruhsatı var, arkeolojik sit alanlarının bile yüzde 66’sında maden ruhsatı var birader!



Marmaris mesela... Maden ruhsatı verilen yerler yandı, manganez, boksit, krom cevherleri var, Datça sınırından Akyaka sınırına kadar olan bölgeyi kapsıyor, Marmaris’te sadece asrın liderimizin yazlık sarayının bulunduğu bölgede maden ruhsatı verilmedi.

Bodrum mesela... Mazı yandı, Mazı maden ruhsat sahası.

Milas mesela... Ören yandı, Ören maden ruhsat sahası.



Milas’taki Akbelen ormanları da tam olarak böyle... Kömür madeni için üç yıldır kesmeye çalışıyorlar, köylüler üç yıldır direniyor.

Koronavirüs salgınını fırsat bilip, sokağa çıkma yasağı varken kesmeye kalkmışlardı, başaramamışlardı, bu defa orman yangınında fırsat bu fırsat dediler, ormanlarımız alev alev yanarken, Akbelen ormanlarını biçmeye başladılar.

Üstelik bu korkunç işi nasıl yaptılar biliyor musunuz?

Orman yangınını söndürme çalışmalarına yardım etmek için Türkiye’nin dört bir yanından gönüllü vatandaşlar gelmişti, bu gönüllü vatandaşlara elektrikli testere dağıttılar, “şu bölgeye yangının sıçrama riski var, oraya sıçrarsa durduramayız, orayı tıraşlayın ki, yangın yayılmasın” dediler, ormanları söndürmek için gelen çevre gönüllüsü vatandaşlara, Akbelen ağaçlarını kestirdiler!

Bu akılalmaz kötülük, köylüler müdahale ettiğinde ortaya çıktı, gönüllüler derhal durdu ama, o arada 100 kadar ağaç gitti.

Köylüleri korumakla görevli jandarmayı yığdılar şimdi oraya, korumakla görevli oldukları köylüleri itip kakıyorlar.



Uzun lafın kısası...



Barnum Brown yanlış zamanda geldi.

Bugün gelseydi, “yerli ve milli dinozor bulucaz” diye alkışlatırlardı!