“Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin, devleti idare edenlerle, edeceklerin elinde araç olmaktan kurtuluşunun teminatıdır.” (Anayasanın laikleştirilmesi için verilen kanun teklifinin gerekçesinden bir bölüm, 5 Nisan 1928)


10 ve 11 Nisan; birçoklarına hiçbir şey ifade etmeyen bu günler, aslında Türkiye tarihi açısından çok önemlidir. 10 Nisan 1920’den 10 Nisan 1928’e uzanan 8 yıl içinde Türkiye’de olağanüstü bir dönüşüm gerçeklemiştir. 11 Nisan 1920, devleti idare edenlerin, vatana millete karşı “dini” bir araç olarak kullandıkları gündür. 10 Nisan 1928 ise “dinlerin, devleti idare edenlerle, edeceklerin elinde araç olmaktan kurtarılmak istendiği,” anayasanın laikleştirildiği gündür.

“Mustafa Kemal’i laikliğe yönelten ana neden Kurtuluş Savaşı sırasında dinin nasıl İngiliz işgal kuvvetlerinin elinde kullanıldığını görmesidir” diyen Uğur Mumcu çok haklıdır.

En başından anlatayım!

İŞBİRLİKÇİ SARAY HÜKÜMETİ

16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden İngilizler, Osmanlı Saray Hükümetinden, Kuvayı Milliye’yi kınamasını istediler. Kuvayı Milliye’yi kınamayı kabul etmeyen Salih Paşa Hükümeti 2 Nisan 1920’de istifa etti.  Onun yerine, 5 Nisan 1920’de, 4.Damat Ferit Hükümeti kuruldu. Damat Ferit, “Yunan ordusunun muvaffakiyeti için dua edilmesini isteyen” Ali Rüştü Bey’i Adalet Bakanlığı’na, okul kitaplarından “Türk” kelimesini çıkarmak isteyen Fahreddin Beyi Eğitim Bakanlığına, Sait Molla gibi bir İngiliz işbirlikçisini de Adalet Bakanlığı Müsteşarlığına getirdi. Bir yıl kadar önce, 9 Mart 1919’da, İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb’i ziyaret eden Damat Ferit, “Efendisi Padişahla kendisinin ümitlerini Tanrı’ya ve İngiliz yönetimine bağladıklarını” söylemişti. (Salahi Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s.20) Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, şimdi bu bağlılıklarının gereğini yerine getirerek, İngilizlere ne kadar sadık olduklarını gösterecekler; bunun için Anadolu’da Atatürk’ün liderliğinde gelişen Milli Harekete karşı bir iç savaş başlatacaklardı. (Sina Akşin, İç Savaş ve Sevr’de Ölüm, İstanbul, 2010, s.4)

5 Nisan 1920’de 4. hükümetini kuran Sadrazam Damat Ferit, 7 Nisan 1920’de İngiliz Yüksek Komiseri de Robeck’i ziyaret etti, Milli Harekete karşı bazı bölgelerde ayaklanmalar çıkarabileceğini söyledi. Bandırma civarında milli kuvvetlere karşı savaşan Ahmet Anzavur çeteleri için İngilizlerden silah istedi. 8 Nisan 1920’de de Ahmet Anzavur’a “paşalık” unvanı verip yeniden Balıkesir mutasarrıflığına atadı. (Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.III, s. 84)

4. Damat Ferit Hükümeti’nin Milli Harekete karşı başlattığı iç savaşın en güçlü silahı “din” olacaktı.

11 Nisan 1920’de üçü birlikte yayınlanan ‘Fetvayı Şerife’,‘Hattı Hümayun’ ve ‘Hükümet Beyannamesi’ ( BOA, İ.DUİT.9/140-11)

Sarayın 11 Nisan 1920 İhaneti


a) Meclisi Mebusan’ın kapatılması: 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edildiği gün, kendisini ziyaret eden bir heyete, “Bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” diyen Padişah Vahdettin, meşrutiyeti benimsemiş değildi. İlk fırsatta meclisi kapatarak mutlakıyete dönmek istiyordu. İngiltere başta olmak üzere İtilaf devletleri de meclisten rahatsızdı. Misakı Milli’yi kabul eden bu meclisin işlerini zorlaştıracağını düşünüyorlardı. 11 Nisan 1920’de Meclisi Mebusan’ı fesheden padişah iradesi yayınlandı. Meclisi Mebusan kapatıldı. (Tansel, s.85-86; Akşin, s. 20)
İngilizler, bir meclisi, dolayısıyla bir milleti kontrol etmenin neredeyse imkânsız olduğunu, oysa bir veya iki adamı kontrol edip kullanmanın çok daha kolay olacağını iyi biliyorlardı. Yanılmayacaklardı!

b) Beyannameler ve Fetvalar:
1) Padişah Hattı Hümayunu: Padişah Vahdettin, 11 Nisan 1920’de 4. Damat Ferit Hükümetini onaylayan bir hattı hümayun yayınladı. Vahdettin, bu hattı hümayununda ülkenin kötü gidişinin tek sorumlusunun Kuvayı Milliye olduğunu belirtiyordu. “İsyancılıkla” suçladığı Kuvayı Milliyecilere karşı gerekli önlemlerin alınmasını istiyordu.“İsyan hareketi” dediği karışıklıkların devamı halinde ülkenin daha tehlikeli durumlara düşeceğini belirterek bu “isyan durumunun” düzenleyicisi ve teşvikçisi olanlar hakkına kanuni işlem yapılmasını; “aldatılmak” suretiyle bu harekete katılanlar için de “genel af” çıkarılmasını istiyordu. İtilaf devletleri ile olan ilişkilerin ise “samimi ve güvene dayalı olarak geliştirilmesini” ve kalıcı bir barışın sağlanmasını emrediyordu.

2) Hükümet Beyannamesi: Sadrazam Damat Ferit,11 Nisan 1920’de bir hükümet beyannamesi yayınladı. Bu beyannamede Mondros Mütarekesi sonrasında bazı kişilerin “çıkarlarını sağlamak amacıyla milli teşkilat adı altında çıkardıkları karışıklıkların siyasi durumumuzu kötüleştirdiği ve sonunda İstanbul’un işgaline sebep olduğu görüldü” deniliyordu. Ayrıca bu kişilerin kanunları çiğneyerek ahaliden zorla para ve asker topladıkları, vermeyenleri cezalandırdıkları belirtiliyordu. Bu davranışlar “cinayet” olarak adlandırılıyordu. Bu beyannamede Milli Hareketten “fitne ve fesat”, “erbabı isyan”, “en büyük hıyaneti vataniye” diye söz ediliyor; milliyetçiler “akla ve hala uygun bir yol tutmamakla” eleştiriliyordu. Milli Hareketin hem Anadolu’yu Yunan istilasına uğrattığı hem de devletin başını gövdesinden ayırdığı, ancak bu işlerin, fetvadan da anlaşıldığı gibi “Allah’ın buyruğuna ve şeriata aykırı olduğu” belirtiliyordu. Devlet ve milletin tehlike içinde hayat ve selametini kurtarmak için yola gelmeyenleri “tedip etmekte” tereddüt edilmeyecekti. “İsyan hareketini” düzenleyenlere ve kışkırtanlara kapılanlardan “pişman olanlar” bir hafta içinde padişahın affına uğrayacaklardı. Düzenleyen ve kışkırtanlarla onlara uymakta ısrar edenler ise “dinen” ve kanunen “tedip” edileceklerdi.

c) Şeyhülislam Fetvası: Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, 11 Nisan 1920’de “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen fetvalar yayınladı. Fetvaya itiraz edenler olmuşsa da, Sadrazam Damat Ferit, İngilizlerin bu konuda ısrarlı oluklarını belirterek, bu fetvayı çıkarmaya söz verdiğini, reddedilecek olursa İtilaf devletlerinin hükümete güveni kalmayacağını söyledi. Sonunda fetva kabul edildi. (Akşin, s.18, Tansel, s. 88)

Fetvaya göre, Milli Hareketi idare edenler, hak tanımayan bir takım kötü kişilerdir. Bu “kötü kişiler” (eşhası şerire) birleşip halkı aldatarak padişahın emri olmaksızın asker toplamakta, vergi koymakta ve zorla halkın elinden mal ve mülkünü almaktadır. Oysa bu, şeriata ve hükümet buyruklarına aykırıdır. Bu kişiler “cemi mal” yani cep doldurma sevdalısıdırlar. “Asker ve para toplayacağız” diye halka her türlü zulmü yapmaktadırlar. Bazı bölgelerde köyleri ve kasabaları yakıp birçok insanı öldürdüler, nice hükümet görevlilerini azledip yerlerine “hempalarını” atadılar. Merkezle taşra arasında haberleşme ve ulaşımı kestiler ve devletin verdiği emirleri dinlemediler. Bu suretle “halifeye ihanet ettikleri” ve memleketin asayişini bozmak için yalan haberler yayarak karışıklıklara neden oldukları ortaya çıkmıştır. İşte yukarıdan beri sayılan hallerden ötürü bu kişiler ve onlarla beraber olanlar “bağidirler” (asidirler). Bu kişiler hareketlerinde ısrar ederlerse, bunların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve halkı kurtarmak “vacip”tir. Bu gibileri öldürmek de “meşru” ve “farz”dır. Bunları öldürmek için muktedir olan her Müslümanın, halifenin etrafında toplanması ve harekete geçmesi de “vacip”tir. Halife tarafından görevlendirilen ve bunlara karşı gönderilen askerler görevlerini yapmaz veya kaçarlarsa büyük günah işlemiş olurlar. Hâlbuki görevlerini yapanlar ve onlardan birini öldürenler “gazi”, onlar tarafından öldürülenler de “şehit” olurlar. Bunlara karşı harekete geçmek üzere Padişahın verdiği emre uymayan Müslümanlar da günahkârdır. “Emri sultaniye” (padişahın emrine) boyun eğmeyenler cezalandırılacaktır.

10 Nisan 1920 tarihli Milli Mücadele karşıtı padişah hattı hümayunu, hükümet beyannamesi ve şeyhülislam fetvası, üçü bir yerde 11 Nisan 1920’de Alemdar Gazetesi’nin birinci sayfasında ve Takvimi Vekayi’de yayınlandı. Sadrazam Damat Ferit, fetvaları Anadolu’ya dağıtmak için İngiliz Yüksek Komiseri de Robeck’ten uçak istedi. Ayrıca, Milli Harekete destek olmaya başlayan Hint Müslümanlarına da fetvaları İngilizlerin dağıtmasını önerdi. (Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, C.2, s.27)

İngilizlerin önerisi, Padişah Vahdetin’in isteği ile hazırlanan, Sadrazam Damat Ferit’in ısrarı ile kabul edilen ihanet fetvaları, İngiliz ve Yunan uçakları tarafından Anadolu’ya atıldı. Fetvanın Anadolu’da yayılmasında İngiliz konsolosları, Yunan işgal kuvvetleri, Rum ve Ermeni teşkilatları da görev aldı. (Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamları, C.II, s.14)

Sözün kısası, 11 Nisan 1920’de, İngiliz işbirlikçisi Saray Hükümeti, “padişah hattı hümayunu”, “hükümet beyannamesi” ve “şeyhülislam fetvası” ile Milli Mücadele’ye karşı açıkça “iç savaş” başlattı. İngiliz işbirlikçisi Saray Hükümeti, bu iç savaşta Milli Mücadeleye karşı “dini” bir silah olarak kullandı. Atatürk’ün etrafında kenetlenerek işgale karşı vatanlarını savunan Kuyayı Miliyeciler, kanunları çiğneyen, halkı soyan, sultan/halifeye başkaldıran “isyancılar” ilan edilerek dinsel yönden “katli vacip” ilan edildiler. Bu nedenle yurdun çeşitli bölgelerinde Milli Mücadele karşıtı çok sayıda iç isyan çıktı; kardeş kardeşe saldırdı; Müslüman Müslümanı öldürdü. Padişahçı/hilafetçi isyancılar, bazı yerlerde Kuvayı Milliyecileri tekbir getire getire katlettiler.

İngiliz emperyalizmi, meclisin kapatıldığı bir ortamda, işbirlikçi padişahı ve sadrazamı kontrol ederek, İslam dinini Anadolu’daki Milli Harekete karşı bir silah olarak doğrultmasını bildi.

10 Nisan 1928’de Cumhuriyet Laikleştirildi


İngiliz emperyalizminin ve işbirlikçi Saray Hükümetinin 11 Nisan 1920’de fetvalarla “dini” istismar edip tehlikeli bir araç olarak kullandığını çok iyi gören Atatürk,  buna karşı biri kısa vadede, diğeri uzun vadede iki önlem aldı. Kısa vadede, sarayın ihanet fetvasına, “Ankara Müftüsü ve ulemasından” alınmış bir fetva ile cevap verdi. Bu fetva, 16 Nisan 1920’de bütün müftülüklere duyuruldu. Bu karşı fetvada, vatanlarını savanan Müslümanların “isyancı olamayacakları”, tam tersine vatanlarını savunurken ölenlerin “şehit”, kalanların “gazi” olacakları belirtildi. Ayrıca Atatürk, birkaç gün sonra, 23 Nisan 1920’de TBMM’yi de özellikle bir Cuma günü, tekbir ve dualarla açtırdı. Milli Mücadele’nin geleceği açısından bu hamleleri gerekli görmüştü. Sarayın ihanet fetvasını, karşı fetvayla ve meclisi dinsel törenlerle açarak etkisizleştirmeye çalıştı.

Atatürk, uzun vadede ise dinin istismar edilerek birilerinin (emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin) elinde vatana ve millete karşı tehlikeli bir silah olarak kullanılmasını tamamen önlemek istiyordu. Atatürk’ün kafasında “laik devlet” fikrinin ortaya çıkışında bu isteğin büyük rolü vardır.

1921 Anayasası, laik değildi. Bu anayasaya göre “dini hükümleri uygulamak meclisin görevidir.” 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet de laik değildi. 29 Ekim 1923’te, 1921 Anayasası’nın 2. maddesine “Devletin dini İslam’dır” maddesi eklenmişti. Ancak, 1921 Anayasası’nın “laik olmaması” Atatürk’ün istediği ideal bir durum değil, tamamen dönemin koşullarıyla ilgili geçici bir durumdu. Atatürk, 1927’de okuduğu “Nutuk”ta, 1921 Anayasası’nı hazırlayanlara bizzat başkanlık ettiğini, yaptıkları kanuna “şeri hükümler” deyimini koymamak için çok çalıştıklarını, ancak o zaman bunun mümkün olmadığını anlatmaktadır. Atatürk, yine Nutuk’ta, “Devletin dini İslam’dır” maddesinin 1921 Anayasası’nda neden yer aldığını şöyle açıklamıştır: “Yeni Anayasa yapılırken, ‘laik devlet’ deyiminden ‘dinsizlik’ anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun 2. maddesini anlamsız kılan bir deyimin (anayasaya) sokulmasına göz yumulmuştur... Yeni Türk Devletinin ve cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan bu deyimler, inkılap ve Cumhuriyetin o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir. Millet bu fazlalıkları, anayasamızdan ilk fırsatta kaldırmalıdır.” (Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk, s. 564-566)

1921 Anayasası’nda yer alan “bu fazlalıklar” gerçekten de ilk fırsatta anayasadan çıkarıldı.

Süreç şöyle gelişti:

5 Nisan 1928’de Başbakan İsmet (İnönü) ile 120 arkadaşının “anayasayı laikleştirecek” kanun teklifi, Meclis Başkanlığı tarafından Anayasa Komisyonuna gönderildi. Kanun teklifinde, anayasanın 2, 16, 26 ve 38. maddelerinin değiştirilmesini öngörülüyordu. Teklifin gerekçesinde şöyle deniliyordu:

“Çağdaş uygarlık kamu hukukunda, ulusal egemenliğin meyana çıkmasına dayanak olacak en gelişmiş devlet şeklinin ‘Laik ve Demokratik Cumhuriyet’ olduğu kabul edilmiştir. Millet Meclisi tarafından oy birliğiyle onaylanmış olan Medeni Kanun, Ceza Kanunu gibi kanunlar da uygulama ve eylem alanına bu esası getirmektedirler. Aslında devlet bir tüzel kişilik, bir manevi varlık olduğuna göre kendisi soyut bir kavramdır. Dinin, maddi kişilere yüklediği mükkellefiyetleri, tarzları bilfiil yapmasına imkân yoktur. (...) Ortaya konan bu nedenlerden ötürü ‘Laik Devlet’in temel anlayışına aykırı maddelerin anayasadan çıkarılması istenmiştir. Din ile devletin ayrılma prensibi, devlet ve hükümet tarafından dinsizliğin desteklendiği anlamına gelmemelidir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin, devleti idare edenlerle, edeceklerin elinde araç olmaktan kurtuluşunun teminatıdır...”  

10 Nisan 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile 1924 Anayasası’nın 2. 16. 26. ve 38.maddeleri değiştirildi.(Kanun no: 1222). Buna göre “Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir” maddesi anayasadan çıkarıldı. (2.md). Milletvekillerinin “vallahi” diye biten dinsel yemini yerine “söz veririm” diye biten laik yemin kabul edildi. (Md.16). “Meclis dinsel hükümleri yerine getirir” maddesi anayasadan çıkarıldı. (Md. 26). Cumhurbaşkanlığı andındaki dinsel “vallahi” sözü de “söz veririm” şeklinde laikleştirildi. (Md. 38)

Anayasayı laikleştiren kanun teklifinin gerekçesinde çok açıkça belirtildiği gibi laiklik, “dinlerin, devleti idare edenlerle, edeceklerin elinde araç olmaktan kurtuluşunun teminatı” olarak görülmüştür.

Atatürk, 11 Nisan 1920 ihanetini hiç unutmadı. 11 Nisan 1920’de “devleti yönetenlerin” (işbirlikçi halife/padişah ile işbirlikçi saray hükümetinin) fetvalarla, beyannamelerle “dini” vatana, millete karşı nasıl tehlikeli bir araç olarak kullandıklarını hep hatırladı. Ve 10 Nisan 1928’de anayasayı laikleştirdi. Böylece “dinleri, devleti idare edenlerle, edeceklerin elinde araç olmaktan kurtarmak” istedi.

Tesadüf müdür bilinmez! 10-11 Nisan 1920’de dinin, “devleti idare edenlerce” vatana, millete karşı araç olarak kullanılmasından tam 8 yıl sonra, 10 Nisan 1928’de Türkiye laikleştirildi.

Türkiye’nin 10 Nisan 1920’ye dönmemesi, 10 Nisan 1928 ruhuna sahip çıkmakla mümkündür.