Değerli okurlarım,

Rusya-Ukrayna Savaşı, Türk Boğazları’nın önemini ve Türkiye’nin bölgesindeki çatışmalarda tarafsızlığını korumasının ne kadar önemli ve zorunlu olduğunu bize bir kez daha hatırlattı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile bu söyleşimizde tarihi gelişmeler ışığında Lozan ve Montrö Antlaşmalarının değerini ele alacağız.

★★★

UĞUR DÜNDAR (U.D): Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmekten kaçınamadı. Osmanlı İmparatorluğu bu savaşa giremez miydi?

OSMANLI’NIN I.DÜNYA SAVAŞI’NA GİRMESİYLE İLGİLİ EN GERÇEKÇİ DEĞERLENDİRMEYİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK YAPMIŞTIR

İLKER BAŞBUĞ (U.D.): Bu soru, bugün bile en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Hepsinin de haklı olduğu noktalar var. Ancak bu konuda da en gerçekçi değerlendirmeyi Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır.

Atatürk 24 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada bu hususa değinmiştir. Aslında bu, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’te yaptığı ilk konuşmadır. Söyledikleri şöyledir: “Bu konunun çok yönlü düşünülmesi gerekir. Konu değişik şekillerde tartışmaya açıktır. Düzeltilmesi mümkün olmayan felâket ve çok üzücü olaylara neden olan, bugün milletimizin memnuniyetsizliğini çeken 1. Dünya Savaşı’na girmemek elbette son derece iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkan yoktu. Çünkü katılmamak, silahlanmış bir tarafsızlığı, yani Boğazların kapalı tutulmasını gerektiriyordu.”

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ duayen gazeteci Uğur Dündar'ın sorularını yanıtladı.


(U.D.): Bu ifade gerçekten çok önemli. 1. Dünya Savaşı’na katılmama durumu iki koşula dayandırılıyor. Bunlar; silahlanmış bir tarafsızlık ve gerektiği durumlarda Boğazların kapatılması. Bu noktaları biraz açar mısınız?

(İ.B.): Tespitleriniz doğru. Buradaki kilit olan husus, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerek gördüğü durumlarda Boğazları kapatabilmesi. Ancak o anda, Osmanlı İmparatorluğu’na bu konuda yardımcı olacak, Montrö gibi uluslararası bir anlaşma yok. Bunu yapabilmesi için yeterli caydırıcı ve uygulayıcı güce, yani askeri güce sahip olmanız gerekiyor. Bunu; Mustafa Kemal Paşa “silahlanmış bir tarafsızlık” olarak tanımlıyor.

(U.D.): Elbette; Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa girmeye zorlayan başka nedenler de vardı. Bunları nasıl ifade edebiliriz?

I. DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI’NIN SİLAHLANMIŞ TARAFSIZLIĞI SÜRDÜREBİLMESİ İÇİN GEREKEN PARASI, SİLAHI VE SANAYİSİ YOKTU

(İ.B.): Bu sorunun cevabını da, Atatürk aynı konuşmasında şöyle vermektedir. “Vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul’un stratejik durumu, Rusların İtilaf hükümetleri yanında yer alması, bizim seyirci kalmamıza asla uygun değildi. Bundan başka; silahlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayimiz kısaca gerekli olan araçlarımız yoktu. İtilaf Devletleri’nin ve özellikle İngilizlerin para vermemesi bir tarafa, gemilerimize el koyarak ve milletin dişinden tırnağından artırarak gemi inşaatına tahsis edilmiş 7 milyon liramıza zorla el koymaları ve İtilaf Devletleri’nin savaş ilan etmesi, harbe girişimizden daha dört ay önce tamamen Osmanlı hükümetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verdiklerini ilan etmiş olmaları hatta, Bolşeviklerin yayınladığı gizli anlaşmadan da anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık Rusyası’na verileceği sözü, savaşa İtilaf Devletleri karşısında girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir.” Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girişiyle ilgili olarak, Atatürk’ün değerlendirmesi çerçevesinde, şu sonuçları ifade edebiliriz: Birincisi, siyasal koşullar Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan kaçınabilmesini zorlaştırmıştır. Ancak, burada savaşa çok erken girilmiş olduğu ileri sürülebilir. Almanya, 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan etmişti. Osmanlı İmparatorluğu da 11 Kasım 1914’te savaşa girdi. İkincisi, Atatürk’ün çok net olarak ifade ettiği husustur. Boğazları gerektiğinde kapatabilecek güce sahip olmanız gerekiyor. Bu Atatürk’ün değişiyle; “silahlanmış tarafsızlık”. Silahlanmış tarafsızlığı sürdürebilmek içinde gerekli; ekonomik, askeri ve sanayi gücüne sahip olmalısınız. Bu nokta son derece önemli. Ayrıca, acaba Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde Montrö gibi bir uluslar arası antlaşma ve bu antlaşmanın Osmanlı Devleti’ne verdiği güç olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu farklı davranabilir miydi? Düşünmeye değer bir nokta.

(U.D.): Siz; “Güç Odaklarının Mücadelesi” isimli kitabınızda, 2. Dünya Savaşı’nda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün uyguladığı stratejiyi; “aktif tarafsızlık” olarak isimlendiriliyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

MONTRÖ ATATÜRK’ÜN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE ULUSLAR ARASI ALANDA KAZANDIRDIĞI İNANILMAZ BİR KABİLİYETTİR

(İ.B.): İnönü’nün bu dönemde takip ettiği Türk dış politikası temel olarak Atatürk döneminin dış politikasından farklı değildir, hatta onun tutarlı bir devamıdır. Ancak 2. Dünya Savaşı sürecinde, Türkiye’nin elinde; 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Antlaşması vardır.

Montrö Antlaşması, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne uluslararası alanda kazandırdığı inanılmaz bir kabiliyettir. Türkiye, Montrö Antlaşmasını, harfiyen ve tarafsız uygulayarak, her zaman kendisini krizlerden ve çatışmalardan uzak tutabilir. Boğazların Antlaşma şartlarına göre kapatılabilme yetkisi, Türkiye’ye büyük güç ve imkanlar sunmaktadır.

(U.D.): 2. Dünya Savaşı esnasında, özellikle Türk Boğazları’na ilişkin olarak Türkiye, hangi sorunlarla karşı karşıya kaldı? Bu sorunlarla nasıl baş edebildi?

İNÖNÜ’NÜN HEDEFİ ÜLKEYİ SAVAŞTAN UZAK TUTMAKTI

(İ.B.): İnönü bir büyük savaşın yaklaştığını, Cumhurbaşkanı olduğu anda görüyordu. Asıl sorun savaşın ne zaman ve nerede başlayacağıydı. İnönü’nün uygulamayı düşündüğü stratejinin temel parametreleri ise şöyleydi: Bir savaş anında Türkiye’nin güvenliği İtalya tarafından tehdit edilebilirdi. Bu tehdidi önlemek için; Türkiye, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği’ne yakın bir politika uygulamalıydı. İnönü bu genel yaklaşıma karşın; Sovyet Rusya’nın ne yapabileceğinden emin olamıyordu. Almanya ile müttefikliğe ise her zaman uzak kalmaya çalışıyordu. Rusya ile savaşa girmeyi de hiç istemiyordu. İnönü’nün genel hedefi, ülkeyi ne olursa olsun savaştan uzak tutmaktı. Savaşa girmeyi hiç düşünmüyordu. Türkiye bir saldırıya uğramadığı sürece savaşa katılmayacaktı. İnönü; Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girmesinin, İmparatorluğa neye mal olduğunu yaşayarak görmüştü. Ancak bu stratejiyi başarı ile uygulamak pek de kolay değildi. Şimdi bu süreçte yaşanan bazı somut olaylara bakalım:

İnönü; Dışişleri Bakan Vekili Şükrü Saraçoğlu’nu 25 Eylül’de Moskova’ya gönderdi. Saraçoğlu 16 Ekim’e kadar orada kaldı. Görüşmelerde Sovyetler Türkiye’den Boğazların birlikte savunulmasını ve Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere Boğazların kapatılmasını istedi. İşte burada Türkiye’nin imdadına Montrö Antlaşması yetişti. Sovyet istekleri Montrö Antlaşması’na aykırıydı.

Türkiye bu talepleri reddetti. 28 Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’ı işgale başlamasıyla savaş Balkanlar’a sıçradı. Türkiye’nin korktuğu mu oluyordu? Churchill 29 Ocak 1941’de İnönü’ye yazdığı mektupta İngiliz Hava Kuvvetleri’ne mensup uçak filolarının Türkiye’deki havaalanlarını kullanma iznini istedi. Türkiye böyle bir şeye izin veremeyeceğini bildirdi. Almanya 1941 yılının ilkbahar ve kış aylarında tüm Balkanları işgal etti. Türkiye adeta Alman ordularını kendi sınırında tutan ve bu sayede de Alman ordusunun Orta ve Yakındoğu yolunu kapatan bir güce dönüşmüştü. Almanya tarafında yer alması her şeyi değiştirebilirdi. Türkiye’nin tarafsız kalışından Almanya haricinde herkes memnundu. Türkiye tarafsız olarak, Montrö Antlaşması’na göre Boğazları kapattı. Bu belki de en çok Almanları memnun ediyordu. Çünkü Müttefikler Sovyetler’e gerekli yardımı gönderemiyordu. 1941 Nisan ayı başında, Irak’ta askerlerin gerçekleştirdiği bir darbe oldu. Almanya bu fırsatı değerlendirerek Irak’a Türkiye üzerinden silah ve malzeme göndermek istedi. Karşılığında Ege Adaları öneriliyordu. Türkiye, net bir cevap vermeyerek durumu idare etti. Mayıs başında İngilizler Irak’a girerek orada kontrolü eline geçirdi. Buraya kadar olan süreçte; İnönü bir “denge politikası” uygulayarak, Türkiye’nin gücünü etkin bir güce dönüştürmeyi başarmıştır. Türkiye savaşan tarafların uyguladığı baskılar ve tehditlere rağmen, taraflardan birine bağlanıp ona savaşın sonucunu etkileyecek bir destekte bulunmamakta direnmiştir.

(U.D.): Türkiye herhalde en büyük baskı ile 1943 yılında karşı karşıya kaldı. Konu Balkanlarda ikinci cephenin açılması ve Türkiye’nin de savaşa katılmasıydı. Bu durumda İnönü nasıl bir strateji izledi?

(İ.B.): Evet çok doğru. Bu konu 1943 yılında Müttefikler arasında yapılan bir seri konferansta yer aldı. Türkiye konuşulan konuların başındaydı. 30 Ocak-1 Şubat 1943’te Churchill ile İnönü Adana görüşmelerinde bir araya geldi.

Sovyetler kuzeyden, Müttefikler ise Türkiye vasıtasıyla güneyden Balkanlar’a girecekti. İnönü; Sovyetlerden emin değildi. İnönü Churchill’e, Türk Ordusu’nun savaşa katılması için, bu ordunun evvela ve geniş ölçüde teçhizatlandırılması gerektiğini söyledi. Bu işlem yıllar alacaktı. Churchill bu toplantılardan küskün ayrılmıştı. Daha sonra Müttefikler asıl harekâtın 6 Haziran 1944’te Batı Fransa’nın Normandiya sahillerine yapılmasına karar verince, Türkiye bu sorundan ve baskıdan kurtuldu.

(U.D.): Ancak Türkiye’nin sorunları bundan sonra da bitmedi. Bu konuya da biraz değinebilir misiniz?

STALİN KARS VE ARDAHAN’IN YANI SIRA BOĞAZLARDA ASKERİ İMTİYAZ İSTİYORDU

(İ.B.): Evet bu soru bizi 7 Temmuz 1945’te ki Potsdam Konferansı’na götürüyor. Potsdam’da Stalin; Türkiye ile konuları, yani sınırları ve boğazların durumunu gündeme getirdi. Sovyetler Kars ve Ardahan’ı ve Boğazlar’da Sovyetler’e imtiyaz verilmesini istedi. 2 Ağustos’ta Potsdam Konferansı sona erdi. Henüz savaş sona ermemişti. İngiltere ve ABD Sovyetlere açık cephe almaktan kaçınmıştı. Ancak Sovyetlerin İran’daki birliklerini anlaşma gereği geri çekmemesi, Sovyetler ile Müttefikler arasındaki iplerin kopmasının başlangıcı oldu. ABD, Türkiye yanında yer almaya başladı. 5 Nisan 1946’da Amerikan savaş gemisi Missouri, ABD’de vefat eden Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını Türkiye’ye getirdi. Türkiye’nin savaş sonrası yalnızlığı sona eriyordu. Bu süreç; Türkiye’nin 25 Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzalaması ve 18 Şubat 1952’de de TBMM’nin, Türkiye’nin NATO üyeliğini oybirliği ile aldığı bir kararla onaylamasıyla devam etti. Birinci ve İkinci Dünya savaşı esnasında karşılaşılan sorunlar, Boğazların Türkiye’nin güvenliği açısından taşıdığı önemi net olarak ortaya koymaktadır. Montrö Antlaşması ile Türkiye’nin uluslararası alanda kazandığı güç inanılmaz boyuttadır. Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu antlaşması olan Lozan’a ve güvenliğimiz açısından hayati öneme haiz Montrö Antlaşmasına sıkı sıkıya sarılmalıdır.