DENEYİMLİ HUKUKÇU VE SİYASETÇİ ÖNAY ALPAGO, ‘EVLATLIK FETVASI’NI BÖYLE YORUMLADI


Türk Medeni Kanunu’nda evlat edinmenin çerçevesinin 15 madde ile belirlendiğini kaydeden Alpago “Diyanet İşleri Anayasa’yı, Medeni Kanun’u, taraf olduğumuz uluslararası anlaşma ve sözleşmeleri hiçe sayıp ‘Dinimizdeki anlayışa uyun’ diyor. Bu fetva ile suç işlendi” dedi


Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden 3 haftaya yakın zaman geçti. Toplum olarak nefesimizi tutmuş bu acının daha ne boyutlara ulaşacağını endişeyle bekliyoruz. Konuştuğum herkes istisnasız “psikolojisinin bozulduğunu” söylüyor. Yani, depremin ilk günlerinde hemen kurtarma çalışmalarının başlamaması, depremden 2 hafta sonra bile hala sağ kalabilen vatandaşların olması ama buna rağmen ve ülke çapında sessiz bir sivil toplum seferberliği yaşanmasına rağmen hükümet kanadında ciddi eksiklerin devam etmesi nedeniyle daha fazla hayat kurtarılamaması, canını kurtarabilenlerin bugün bile “çadır yok, donuyoruz” diye yardım istemeleri sadece deprem bölgesinde değil, her bölgede milyonlarca vatandaşın hayatını kabusa çevirdi. Binlerce binanın aslında sadece denetimsizlik, sorumsuzluk, malzemeden çalma, kolon kesme gibi dev ihmaller ve yolsuzluklar nedeniyle yıkılmış olmasının verdiği acıyı da unutmayalım. Bu felaket yaşanırken Diyanet’in sitesine önce yazılan ve ülke çapında büyük tepkiyle karşılaşınca silinen fetva rezaleti de unutulmayacak olaylar arasında. Bu önemli konuyu ve diğer konuları deneyimli bir hukukçu ve siyasetçi olan Aileden Sorumlu eski Bakan Sayın Önay Alpago ile konuştum.

Önay Alpago Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra serbest avukatlık yapmış, daha sonra siyasete girerek SHP Karadeniz Ereğlisi İlçe Başkanlığı, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur. CHP-SHP birleşmesinden sonra CHP Parti Meclisi üyeliğine seçilerek bu görevi 2010 yılına kadar sürdürmüş, 18 Aralık 2010’da yapılan CHP Kurultayında tekrar Parti Meclisi üyesi olmuştur. 2010 yılı sonunda İstanbul Barosu tarafından Türkiye Barolar Birliği delegesi seçilen Önay Alpago halen siyaset alanında ve sivil toplum kuruluşlarında önemli çalışmalar yapmakta ve Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Öğretim Üyesi görevine devam etmektedir. Atatürkçü Düşünce Derneği Danışma Kurulu Başkanı’dır ve 13 Ağustos 2022’de Uluslararası Knidos Kültür ve Sanat Akademisi’nin “Yaşam Boyu Onur Ödülü’nü almıştır.


TOPLUMSAL YAŞAMA İLİŞKİN TEK REFERANS HUKUKTUR!

Sayın Alpago, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın depremden kurtarılan ama ailesini kaybetmiş çocukların evlat edinilmesi konusundaki bir soruya verdiği “evlat edinilen çocukla evliliğe engel olmadığı” yönündeki fetvası toplumda çok büyük ve çok haklı bir tepkiye neden oldu. Bu kabul edilemez olaylarda hukuk işletilmediği için benzer çıkışları duymaya devam ediyoruz. Toplum kendini, çocuklarını nasıl koruyacak?

Diyanet İşleri Başkanlığı önce şunu söylüyor, diyor ki; “Dinimizde evlatlık müessesesi kabul edilmiş değildir”. Hukuk devletinde bütün normlar hukuk kurallarına göre düzenlenir, yani toplumsal yaşam, kamusal alana ilişkin tek referans hukuktur. Dini, din kurallarını dayanak sunmak Anayasa’ya da, laiklik ilkesine de aykırıdır. Şöyle açıklayalım; bizim Medeni Kanunumuzun 305’inci maddesinden 320’nci maddesine kadar tam 15 madde “evlat edinme” müessesesini düzenlemiştir. Dolayısıyla “dinimizde evlatlık müessesesi kabul edilmiş değildir” ne demek? Medeni Kanun’da 15 maddede düzenlenmiş. Diyanet; “Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukuki bir takım sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi kabul edilmiş değildir” diyor, sonra devam ediyor; “Evlat edinme durumunda evlenme engeli yoktur” diyor, yani “evlat edinen, evlat edindiği çocukla evlenebilir” demektir bu. Sonra yine devam ediyor; “Bunların birbiriyle mirasçı olma hakkı da söz konusu değildir” diyor. Şimdi, Medeni Kanunumuzun 129’uncu maddesi “Evlat edinenle evlatlığın evlenmesini engelleyen, yasaklayan bir maddedir, bir. Yine Medeni Kanun’un 500’üncü maddesi “evlatlıkla mirasçılığın devam ettiğini” açıkça düzenler, iki. Bizim Türk Ceza Kanunumuzun 217’nci maddesi de şöyle der; “Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi -ki burada Diyanet İşleri ‘kanunlara uymayın, dinimizdeki anlayışa uyun’ diyor- 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır”. Bu cümlede kanunlara uymamaya alenen tahrik var, görevini kötüye kullanmak. TCK’nın 217’nci maddesine göre de bunun cezası 6 aydan 2 yıla kadar hapistir. Yine aynı madde; “Eğer bu tahrik suçunu basın yayın yoluyla işlemişse -ki basın yayın yoluyla işlenmiş- verilecek ceza yarı oranına kadar arttırılır” diyor. Web sitesinde yayınladığına göre halkı basın yayın yoluyla kanunlara uymamaya alenen tahrik etmiştir.

DÜZELTMESİ GEREKİRKEN SADECE SİLMEKLE YETİNDİ, BÖYLE BİR ANLAYIŞ OLAMAZ!

Pozitif hukuk kuralları açıktır, “kişinin evlat edindiğiyle evlenmesi” açıkça yasaklanmıştır, ayrıca “evlatlığın, evlat edinene mirasçı olacağı” da açıkça düzenlenmiştir. Bu 2 hukuk kuralına rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı bunların aksini söylemektedir, bu durumda birçok kuruluş dava açtı, Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular, önce “Çocuklar ve Kadınlar Derneği” dediğimiz dernek dava açtı, sonra bir grup hukukçu arkadaşımız dava açtı, galiba baroların da bu konuda hazırlıklar var. Tabii tepkiler üzerine sildi ama silmek önemli değil, bunu düzeltmesi gerekirken sadece silmekle yetindi, böyle bir anlayış olamaz. Tekrar ediyorum; bu “Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır”, nasıl Anayasa’ya aykırıysa, laiklik ilkesine aykırıysa, bizim imzaladığımız uluslararası bir sözleşme olan ‘Çocuk hakları Sözleşmesi’ne de aykırıdır, Medeni Kanun’a da, Ceza Kanunu’na da aykırıdır. Herkes kişisel yaşamında kendi inancına göre hareket edebilir, bu onun kendi manevi ve moral değerleridir, ancak Anayasa ve hukuk kuralları herkesi bağlar. Ne üzüntü vericidir ki depremde kimsesiz kalan çocuklarla ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk konuştuğu konu “evlilik” olmuştur, çok üzüntü vericidir bu!

İLK KEZ “KANUNLARA UYMAYIN, BİZİ BAĞLAMAZ” DİYOR!

Daha önce de Diyanet İşleri’nin toplumu ayağa kaldıran fetvaları oldu ama hukuki hiçbir işlem yapılmadığı için devam ediyor, adeta onların suç işleme serbestliği varmış gibi bir durum. Bir hukukçu olarak bu sınırsız özgürlüğü nasıl açıklıyorsunuz?

Şimdi savcılığa müracaat edildi, bakalım göreceğiz ceza alacak mı, almayacak mı? Yani böyle bir durumla da, bu yönüyle ilk defa karşılaşıyoruz. Laiklik karşıtı demeçleri daha önce de oldu, hatırlıyoruz; kız çocukları için evlenme yaşının 9, erkek çocuklar için 12 olarak belirtmişti, bu tür örnekleri sık sık onda gördük ama ilk kez şimdi önemli bir konu var; “kanunlara uymayın, dinimizde yok, kanunlarda olması bizi bağlamaz” diyor, ne demektir bu? Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik etmek demektir. Şimdi bu savcılığa yapılan başvuruların hepimiz takipçisi olacağız, birçok dernek ve meslek kuruluşu dava açıyor, kaldı ki Anayasamızın 136’ıncı maddesi de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı tarif ederken; “Görevi, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak, milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinmektir” diyor, bu kadar açık. Ama artık yeter, Türkiye’de Diyanet İşleri taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara, sözleşmelere, Anayasa’ya, Medeni Kanun’a uymayacaksa bu ayrıcalığı, bu özel konumu nereden geliyor? Ayrıca “çocuğun üstün yararı” hem yasalarda, hem uluslararası sözleşmelerde geçer, o nedenle görevini kötüye kullanmıştır ve kanunlara uymamaya tahrik suçunu işlemiştir görüşündeyim.

Biraz da depremi konuşalım isterseniz, öncelikle “çadır yok” şikayetleri hala devamlı duyuluyor ve halk “deprem vergileri ne oldu” diye sormaya devam ederken şimdi “toplanan milyarlarca lira bağış ne oldu” diye de soruyor. Çadırı olmayan ve donarak ölme tehlikesi yaşayan depremzedeler varken AKP’li bir yöneticinin hasar olmayan villasının bahçesine de AFAD çadırı konmuş. Bakanlık yapmış bir hukukçu siyasetçi olarak ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de giderek bir cezasızlık kültürü yerleşiyor, bu devam ettiği sürece insanlar da suç işlemeye devam edecek demektir. Yani cezasızlık yayıldıkça insanlar  “nasılsa kimse ceza almıyor, ben de ceza almam” anlayışı içinde suç işlemeye devam ediyorlar. Büyük Marmara depreminin ardından TBMM’de bir grup milletvekili tarafından 50 sayfalık bir rapor hazırlanmıştı, o raporda diyordu ki; “ Deprem bakanlığı kurulmalıdır, okullara deprem dersi konulmalıdır, riskli bölgelere, dolgu ve yumuşak zeminlere yapı izni verilmemelidir, gecekondulaşma ve kaçak yapıyı teşvik eden imar affı politikasından kesinlikle vazgeçilmelidir”. Şimdi bakalım, hepsi çok doğru öneriler ve bunların hiçbiri yapılmadı.

Yani zaman zaman Sayın Cumhurbaşkanı “devlette devamlılık esastır” diye tekrarlıyor da, eğer öyle ise neden devletteki devamlılık bu rapora geldiği zaman esas değil, hiçbir maddesi hayata geçmemiştir, öncelikle bunu belirtmek isterim. İkincisi insanlar önce canlarının, yakınlarının, ailelerinin, dostlarının enkaz altından canlı çıkarılması için mücadele etmişlerdir çünkü “bizi kurtarın” seslerini duymuşlardır. Gölcük depreminde insanlar eğiliyordu, “sesimi duyan var mı?” diye bağırıyorlardı, bu kez enkaz altındaki vatandaşlar “sesimi duyan yok mu?” diye bağırdılar. Pek çok insan göz göre göre kurtarılamadı. Zamanında müdahale edilemediği konusundaki iddialar bugün de geçerli. O gün onları kurtaramadığı için acı çeken insanların, bu sefer de soğuktan titreyerek, donarak yaşadıkları koşullar bu insanlarda bir öfkeye, bir isyana dönüşüyor tabii. Halk kurtarılmayı kimden bekleyecek, ülkeyi yönetenlerden, ülkenin bu konuda kurulmuş olan kuruluşlarından bekleyecek. Nedir bunlar; AFAD’dır ve başta Kızılay’dır. Bizim geleneklerimizde böyle bir afet olduğu zaman hemen Kızılay çadırlarının kurulduğunu görürdük çocukluğumuzdan bu yana, yani Kızılay çok özel bir kurumdu. Şimdi Kızılay ne kadar var, ne kadar etkili, herkes Kızılay’ı arıyor. Halk “devlet nerede, devlet neden bunları yapmıyor?” dediği zaman kızıyor yöneticiler. Herkes birbirine yardım etmeye çalışıyor, birbirine yardım ettiği gibi sivil toplum örgütleri, gönüllüler yardıma koşuyor. Tabii koşmak çok güzel, hep koştu Türk milleti, yine koşacak ama öncelikle gerçekten devletin o vatandaşlarının barınma hakkı gibi çok temel bir insan hakkı olan ihtiyaçlarını yerine getirmesi lazım. İnsanlar “biz yemek, çorba, ekmek de istemiyoruz, tek istediğimiz çadır çünkü donuyoruz” diyorlar. Orada karlı günler, eksi 10-12 dereceye kadar düşen soğuklar yaşandı ve depremin üzerinden üç haftaya yakın zaman geçti hala çadır yok, hala çadır verilemiyor insanlarımıza, bu ne kadar büyük bir ayıptır, eksikliktir, ihmaldir! Ayrıca bütün bunlardan ötürü hiç kimse özür dilemiyor, hiç kimse istifa etmiyor. Ne empati yapan var, ne istifa eden var, aksine parmak sallayarak “biz bunları deftere not ediyoruz” diye insanlar korkutulmaya çalışılıyor.

Peki, deprem vergilerini herkes soruyor, şimdi üstüne bir de milyarlarca liralık bağışlar eklendi, hala neden çadır verilemiyor? Japonya’da 9 şiddetindeki depremde insanlar oturdukları yerden bile kalkmıyor, videolarını yayınladılar…

Evet, çadır konusu akıl alır gibi değil. Japonya’da insanlara deprem anında sığınmak için okullara girin diyorlar, biz ise “aman kaçın, okullardan dışarı çıkın” diyoruz. Aslında en güvenli binalar özellikle çocuklar için yapılan okullar ve diğer kamu binaları olmalı. Bakın devlet kasasından 60 lira kullandığı için İsveç Maliye Bakanı istifa etti. Özel bir alışveriş merkezinin çatısı çöktü ve 54 kişi öldü diye Letonya Başbakanı istifa etti. 49 kişi tren kazasında öldü diye Mısır Ulaştırma Bakanı istifa etti. Vaat ettiği yaşlılık maaşını uygulamaya geçiremediği için Güney Kore’nin Sağlık Bakanı istifa etti. Türkiye’ye bakıyorsunuz, istifa sözcüğü bizim ülke sınırlarımızdan içeri girmemiş. Pamukova’daki büyük tren kazasında o tarihteki milletvekillerinden bir tanesi “kaza kem gözlerin nazarı” demişti. Her şey dini referanslarla anlatılmaya çalışılıyor, bu şekilde anlatılırsa tepkilerin kırılacağı ve insanlara onu tevekkül içinde bir kader olarak yorumlamaları gerektiği telkin ediliyor. Kader deniyor, fıtrat deniyor, nazar deniyor ama yapılması gereken şeffaf, açık, hukuka uygun hiçbir uygulamayla karşılaşmıyoruz.

Yıkılan binaların betonlarında deniz kumu, midye kabukları tespit edildi.


Şimdi bir de “kader planı” diye yeni bir tanım duyduk, Meral Akşener “tedbir almayıp, sorumluluklarını yerine getirmeyip meseleyi kadere havale etmek şuursuzluktur” dedi…

Gerçekten kader planı değil de afet planı yapmak lazım. O da bilimle, eğitimle, bilgiyle oluyor, sadece dini referanslar kullanarak olmuyor. Artık kimse de bunlara inanmıyor zaten. Yani herkes devletin, çağdaş, sosyal devletin sorumluluklarını yerine getirmesini bekliyor. Bu affedilir bir şey değil. “Deftere not ediyoruz” diyor ama herkes de bunları not ediyor.

HER İMAR AFFI PARA KARŞILIĞI KANUNSUZLUĞA GÖZ YUMMAKTIR!

Araştırma yapan mimarlar, mühendisler; bina temellerinin, kolonlarının uygun şekilde yapılmadığını ve 6 şiddetinde bir depremde bile yıkılacağını söylediler. Denetimin olmadığı açık, şimdi İstanbul’da, Adana’da deprem beklendiği söyleniyor. Canan Kaftancıoğlu İstanbul’da 93 okulun depreme dayanıksız olduğu için tahliye edildiğini söyledi. Bu depremler yaşanmamış olsaydı çocuklar orada hala okuyor olacaklardı…

Aynen öyle olacaktı. Deprem uzmanlarının büyük bir kısmı Maraş’ta böyle bir depremin olacağını kaç senedir söylüyorlar, bununla ilgili raporlar yazıyorlar, yer gösteriyorlar, depremin koordinatlarını ifade ediyorlar ama hiç kimse önlem almamış demek ki. Şimdi önce Adana’da bir tehlike olabileceğinden bahsediliyor ama herkesin ağırlıkla üstünde durduğu İstanbul’da deprem olursa neler olabileceği korkusu ve kaygısı. 20 senedir iktidarda olan ve Marmara Bölgesi’ndeki büyük depremden sonra o dönemin yöneticilerini eleştiren iktidar hiçbir şey yapmamış, boyuna imar affı çıkarmış. Her imar affı para karşılığında kanunsuzluğa göz yummaktır. İmar affıyla o kişinin parasını ve başvurusunu alıyor, o kaçak inşaata ya da ruhsata ve imara aykırı durumlardaki değişikliklere de devam edebilirsin, paranı verdin, bu iş de bitti diye bakıyor.

BİLİMDEN ZİYADE KADERCİLİKLE İNSANLAR SUSTURULMAYA ÇALIŞILIYOR!

Burada bazı belediye başkanlarının da sorumluluğu büyük çünkü deprem yönetmeliğine uygun dedikleri imar verilen siteler yıkıldı. Öyle bir sistem ki nereden tutsanız elinizde kalıyor.

İşte o yüzden sistemi sorgulamak gerekiyor, bu sistemin içinde binaların durumu var, binaların zemin değerlendirme durumu, yapı denetim şirketleri, müteahhitler, yerel yönetimler, siyaset, sağlık ve hukuk var. Bakın fay hattı üzerindeki Şili -ki Şili o coğrafyada depremlerin en yoğun yaşandığı ülke- akıl seferberliği başlatıyor ve bir deprem kültürü yaratıyor. Ne demek deprem kültürü; depremle beraber yaşamayı öğrenmek demek. Yani sağlam binalar yapmak demek, deprem anında ve sonrasında neler yapılacağını bilmek demek. Bunun için de diyorlar ki; biz bilimi esas aldık, ortak aklı esas aldık. Bu esas aldıkları konuda meslek odaları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, devlet kurumları hep beraber bir ulusal çerçeve hazırlıyorlar. Ondan sonraki depremlerde, ki Şili’de 8.9 şiddetinde depremler olmuştur, çok az sayıda insan kaybettiklerini görüyoruz. Demek ki olabiliyor, demek ki yapılabiliyor, orası da fay hattı üzerinde bir ülke. Ama bizde bir kişinin “ben her şeyi bilirim, her şey benim kararımdır” anlayışı içinde, bilimden ziyade kaderci bir anlayış içinde dini argümanların kullanılmasıyla bu suskunluk sağlanmaya çalışılıyor. Biz gerekli dersleri alamadığımız için bunlar tekrar tekrar yaşanmaya devam ediyor. Umarım bu kez gerçekten bir milat olmuştur, özellikle İstanbul’da söz konusu olan depremi düşünmek bile insanı dehşete düşürüyor, bu yaşanmadan bundan sonra yapılması gerekenleri yapabiliriz.

Bazı milletvekilleri; AFAD’a afet eğitimi olmayan ilahiyatçı atandı ve tarikatlar AFAD ve Kızılay’a çöreklenmiş diyorlar…

Evet öyle söylüyorlar ve isimler gösteriyorlar, yani AFAD’da sadece dini eğitim almış olan ama teknik bilgi ve tecrübesi olması gereken kişilerin görevde olmadığını söylüyorlar. Tabii bu çok çok önemli bir eksiklik, bu başka bir şeye benzemiyor. Eğitimli kadrolarla, liyakatle, şeffaflıkla, bilgiyle yapılması gereken bir şey. Ama yalnız AFAD’da değil, Türkiye’nin hemen hemen bütün kurumsal yapısı içinde tercih edilen kadrolar bu kadrolar artık.

BİRÇOK HUKUKÇU SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU!

AFAD Hatay depreminden sonra “sahil şeridinden uzak durun” demiş ama gidip Samandağ’da deniz kenarına depremzedeler için çadır kent kurmuş. Bu hatalar böyle devam mı edecek, herkesin psikolojisi bozuldu, insanlar ne yapsınlar? Başka bir ülkede olsa sorumlular derhal gelir ve o çadır kenti kaldırırdı.

Bizde böyle bir şey olmadığı gibi, imar dışı, kullanılmaması gereken ve öyle ilan edilen birçok yer daha sonra aynı iktidar döneminde bu karar değiştiriliyor ve bölgesel değişiklikler yapılarak imara açılıyor. “İmara açılmaması gerekir” kararında da aynı imza var, “imara açılabilir” kararında da aynı imza var. Büyük bir sorumsuzluk söz konusu ama biliyorsunuz belki, önemli sayıda hukukçu arkadaşımız hem Cumhurbaşkanı, hem bakanlar, hem belediye başkanları için savcılığa suç duyurusunda bulundu.

HER MESLEKTEN İNSAN İNŞAAT YAPIYOR, BU OLACAK ŞEY DEĞİL!

Ne faydası oluyor suç duyurusunun, savcılık dinlemiyor. Bakın 25 yıllık bina yıkılmıyor, 5 yıl önce kentsel dönüşüm diye yapılan binalar yıkılıyor…

Yapı denetim firmaları dediğimiz bir uygulama var, kim denetliyor, ne zaman, nasıl denetliyor, bunların gerçekten gözden geçirilmesi lazım. bu binalar imar iznini, iskan iznini nasıl alıyor, yerel yönetimlerin, yapı denetim şirketlerinin, müteahhitlerin sorumluluğu var. Türkiye’de müteahhit olmak o kadar kolay ki, her meslekten insan inşaat yapıyor, bu olacak şey değil. Geçici avukatlık, geçici doktorluk duydunuz mu ama Türkiye’de geçici müteahhitlik diye bir düzenleme var. Yani bu kadar kuralsız, bu kadar başıboş, denetimsiz örnekler görmeye başladık bu olaydan sonra.

BU KADAR ORGANİZASYONU BOZUK BİR SİSTEM DOĞAL OLARAK HERKESİ ÖFKELENDİRİYOR.

Çok fazla israf yapıldı, geçilmeyen köprüler, yollar, havaalanları, Mercedes araç ve uçak filoları, Suriyelilere verilen 40 milyar dolarlar…

Yolları gördük, havaalanlarını gördük, en çok övündükleri onlardı; otoyollar, havaalanları, hastaneler yapıyoruz diyorlardı, hepsi hasarlı. İlk ceza verilenler öğrenciler oldu, bir gece yarısı çöp torbalarına eşyaları toplandı, yurtlarından çıkarıldılar ve çocuklar ortada kaldılar. Depremzedelerin mağduriyetini gidereceğiz diye öğrenciler mağdur edildi. Bu kadar organizasyonu bozuk bir sistem doğal olarak herkesi öfkelendiriyor. Hiçbir konuda organizasyon yok, kurtarma ekiplerinde olmadığını gördük, bir çadır dağıtılmaması, bir tuvalet konulmaması konularında organizasyonsuzluk gördük ve bu öğretim kurumlarındaki kararlarla beraber devam ediyor.

Hatay’da yakınları göçük altında hayattayken günlerce bekleyip kurtarılamayan tanıdıklar biliyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “halkı korumak için canımız dahil hiçbir fedakarlıktan kaçınmadık” diyor…

Kaçınmamış hali buysa kaçınmış halleri ne olurdu bilmiyorum. Oradaki bütün sivil toplum örgütlerinin, gönüllülerin söylediği şu; burada yardımlar bile ideolojik yakınlıklara göre dağıtılıyor, böyle bir şey olabilir mi? Devletin, sizinle aynı düşüncede olmayan kişilere farklı davranma hakkı var mıdır, ama hep söylenen o. Pratik olarak da biliyoruz ki; hijyenin olmadığı, hala tuvaletin olmadığı bir yerde salgın hastalıkların başlama tehlikesi var. Üç haftadır banyo yapamadım diyenler, bitlendim diyenler, hala tuvaletini açıkta yapmak durumunda kalan insanlar var, bir seyyar tuvalet sistemi kurmak bu kadar mı zordur? Yakın zamana kadar “biz aya gideceğiz” falan diyorduk, bırakın aya gitmeyi deprem bölgesinde daha bir seyyar tuvalet koyamadık. Hala çadır diye feryat eden insanlar var, Anayasasında “sosyal devlet” yazan bir devlet için daha büyük bir ayıp olabilir mi?