Vatan Şairi Nazım Hikmet, “Kuvayi Milliye Destanı” adını verdiği destansı şiirini şöyle bitirir:

“Sonra, düşman ordusu Kuvayi külliyesini ihata ettik.
Aslıhanlar civarında 30 Ağustos’a kadar.
Sonra, 30 Ağustos’ta düşman Kuvayi külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk Frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki “Teselyalı Çoban Mihail, seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...”
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar: Önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
Ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
Artarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...”

Sonra.
Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.”

★★★

Ne zaman 30 Ağustos gelse, ben Kuvayi Milliye Destanı’nı okurum.

Büyük Usta Nazım’ın kurtuluş savaşı tasvirini okurken, 26 Ağustos 1922’den 9 Eylül 1922’ye kadar Afyon’da, Dumlupınar’da, Tınaztepe’de, Çiğiltepe’de yaşananlar gözümün önünde canlanır.

Başkomutan Atatürk’e verdiği sözü tutamayarak Çiğiltepe’yi yarım saatte alamadığı için intihar eden Reşat Çiğiltepe’nin son anlarını düşünür yaşadığı duyguyu tam kalbimde hissederim.

İşte o zaman bize bırakılan bu büyük mirasın, Anadolu topraklarının kıymetini daha iyi anlarım.

Yine Nazım’ın Boğazları ve Kars’ı isteyen Rus yöneticiye söylediği “Türkler vatanlarının bir gram toprağı için vücutlarındaki bütün kanı dökmeye hazır bekliyor” cümlesini

Bu memleket bizim” mısrasıyla birlikte zihnimde tekrarlar dururum.

★★★

Şimdilerde,

Birileri Deli Erzurumlunun da giydiği o şanlı üniformayı giyip Büyük Taarruzun başladığı 26 Ağustos’un 102. yıl dönümünde Yeşil Kürdistan hayalleri kuran Hizbullah’ın siyasi kanadıyla poz veriyor.

Birileri Ali Onbaşı’nın da giydiği o şanlı üniformayı giyip o pozu soranlara, “Kendinizi onların yerine koyun, başkomutan orada, patron orada, siz o sahneye çıkmaz mıydınız?” yanıtını veriyor.

Birileri Reşat Çiğiltepe’nin de giydiği o şanlı üniformayı giyip Rize’de kadın eli sıkmıyor.

Birileri batı cephesi komutanı Fevzi Çakmak Paşa’nın da giydiği o şanlı üniformayı giyip, el sıkmayan jandarma subayları için “Onlar İçişleri’ne bağlı, TSK’yla ilgisi yok” diyebiliyor. Sanki İçişleri başka bir ülkeye bağlı.

★★★

Hiç kusura bakmasınlar. Bu memleket sahipsiz değil. Bu memleket bizim.

Tarikatlara, cemaatlere, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanlarına bırakacak halimiz yok.

Buna tevessül edenlere ve etmek isteyeceklere söylüyorum:

Avucunuzu yalarsınız!

Bu duygularla,
30 AĞUSTOS
ZAFER BAYRAMIMIZ
KUTLU OLSUN!