Geçen haftaki “Dinsel düşünme biçimi“ başlıklı yazıma gelen geri bildirimlerden aldığım talep, konunun somutlaştırılmasını gerektirdi.
“Kadına bakış“ bu noktada iyi bir örnek teşkil edecektir.
Öncelikle bir hususun altını çizmekte fayda var: Egemen olan geçmiş düşünme biçimlerinde -Eski Yunan’da, Roma’da, Pers’te de böyle - insana bakış problemlidir.
İnsana “insan“ olarak değil; erkek olarak, tercihen beyaz ve şehirli ve hatta “asil erkek“ olarak bakılır. Bu durum, tarih boyunca güç, bilgi ve servet elde etme araçlarına erkeklerin egemen olmasını sağlamıştır. Bu belirleyici rolün hala devam ettiğini söylemek mümkün.
Ataerkil anlayışta; erkek, ailede ve toplumda “idare eden, düzen veren“ konumdadır. Bu çerçeve içinde kadının yeri ise, erkekler ya da erkek egemen toplumsal zihniyet tarafından belirlenir. Bu durumda:
Kadın korunmaya muhtaç, eksik varlıktır.
Kimliğini, evlilik ve annelik üzerinden kazanır; bunlara haiz değilse cinsel bir objedir.
Yanında erkek olmadan seyahat edemez. (kadının mobilize olma meselesi)
Tecavüz tehlikesiyle karşı karşıyadır, (böyle bir şey gerçekleşirse, çoğu zaman kadının aleyhine hükmedilir)
Kadının en temel görevi ise toplumun temel direği olan erkek figürüne (savaşan, devleti idare eden, evine bakan kişilere) kayıtsız şartsız hizmettir.
Ezcümle kadın, ne zihnine ne
bedenine hâkimdir.
19. yy’a kadar, dünyanın her yerinde kadının konumu, üç aşağı beş yukarı böyledir. (İstisnai örnekleri genelleştirmek doğru değildir.)
FİTNE VARLIK!
Ataerkil zihniyet, kaba kuvvet ve siyaset aracılığıyla, antik dünyadan itibaren tüm düşünce biçimlerini de etkisi altına almıştır. Kutsal metinlerden yasa çıkartan “erkek ulema!”, hukuken erkek egemen bir toplum yaratmıştır!
Sadece hukuken de değil, adeta erkek egemen bir dindarlık anlayışı ortaya koymuştur.
Öyle ki, ulemanın kadını değerlendirişindeki temel öğe cinselliktir. “Fitne“ varlık olarak gördüğü kadının, toplumdaki cinsel var oluşunu düzene koyar!
Kadın-erkek ilişkilerinden örtünmesine, sokağa çıkışından konuşmasındaki ses tonuna, şahitliğinden mirastaki payına, okuma yazma öğretilip öğretilmemesinden aklen ve dinen eksik olup olmadığına kadar; ortaya konulan hükümler, ulemanın insafıyla paralellik arz eder:
“Kadın şeytandır!
Kadın fitne unsurudur!
Kadın, köpek, eşek, domuz gibidir!
Kadının aklı yoktur!
Kadınların çoğu cehennem kütüğüdür!” gibi benzer yargılar “erkek egemen“ bakışın “dönemsel ve dinsel düşünme biçimiyle“ örtüşmüş versiyonlarıdır.
DEĞİŞİM HER ALANDA
Hemen ifade edelim ki; “doğa dönemi“ aşamasından sonra ulaşılan, “insan egemenliği“ paradigması içinden düşünmeye başladığımızda, yukarıdaki saptamaların nasıl gayri insani olduğunu fark ederiz.
Zira akılcı ve bilimsel düşünme biçimi; dinsel, mezhepsel, etnik ve cinsel ayrımlara dayalı, sosyal ve siyasal oluşumlara onay vermez. (Batı’nın bu tür ideolojik yaklaşımlara, açıktan değil de, örtülü desteğinin altında bu düşünce yatar. Çünkü bilimsel meşruiyeti yoktur. Kürt devletinin kurulmasını alttan alta desteklemesi ya da mezhepsel kışkırtmalar buna örnektir)
Çağımız bilgeliği, etik ve hukuk anlayışı, insanlığı “insan“ odaklı düşünmeye zorluyor. Bunu, geçmişin cezalandırma yöntemi içinden de anlamak mümkün. Bugün artık, cezalandırmanın şekli de amacı da değişmiştir. Fizik ve bedene ilişkin cezaların (darp, kırbaçlama vb.) verilemiyor olması ya da cezanın “ibret“ için değil de “islah“ için öngörülüyor olması insanlığın geldiği düşünsel aşamanın bir sonucudur.
Bu çağda kötü olarak nitelediğimiz pek çok şeyin kendi dönemlerinde bir karşılığı olabilir, bu ayrı bir tartışma... Ancak her yargıyı bir türlü tevil etme yoluna gitmenin ve onları bir referans otorite olarak almanın, insanlığa bir katkısının olamayacağını, yaşanılan dini-darlık üzerinden görmek mümkündür.
İLAHİYATÇILARA ÇAĞRI
Toplumu doğrudan etkileyen ve yanlış davranışlara zemin oluşturan, kadına yönelik ortaya atılan her zırvanın din zemininde tartışılıyor olmasının doğrudan muhatapları çağın düşünüş biçimiyle buluşması gereken ilahiyatçılardır.
İlahiyat bilim insanlarının bin yıl önce Farabi, İbn-i Sina gibi filozoflarla yakaladığı teologluk aşamasından çok daha ileriye gitmesi gerekirken, onların seviyesinde geniş bir kavrayışa ulaşmış olamamaları ve çağımızın kadın problemleriyle ilgili ayakları yere basan bir bakış açısı ortaya koyamamalarının izahı kabil değildir.
“Yaşanılabilir bir dünya temennisiyle, kadınlarımızın, ‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum.”