Süper Lig maçlarını izlerken gözlerinizi kapatın ve sadece kulaklarınızla dinleyin. Hakemin düdüğü, seyircinin homurtusu ve anons sesleri arasında kalan boşluklarda, aslında futbol oynanmayan anları duyacaksınız.

İstatistikler çarpıcı: Süper Lig'de topun oyunda kalma süresi ortalama 50 dakika civarında. Premier Lig'de bu süre 60 dakikaya, Bundesliga'da ise 62 dakikaya kadar çıkıyor. Aradaki 10-12 dakikalık fark, sadece bir zaman kaybı değil, bir futbol felsefesi uçurumu.

Her hafta 10 dakika eksik oynuyoruz. Sezon boyunca bu, yaklaşık 6 tam maça denk geliyor. Avrupa kupalarında ise bu açık, acımasızca ortaya çıkıyor. Rakip, 60 dakika aktif futbol oynarken, bizim takımlarımız 50-55 dakikayla yetiniyor. Geri kalan sürelerde; oyuncu sakatlık numaraları, zaman kaybetme taktikleri, gereksiz itirazlar ve oyun temposunun düşürülmesi...

Avrupa maçlarında, bu alışkanlıklarımız bizi vuruyor. Rakip takımlar, her saniyenin kıymetini bilerek oynuyor. Bizim takımlarımız ise ligde edindikleri alışkanlıklarla, "nasıl olsa zaman var" yanılgısına düşüyor. Maçın 70. dakikasında, aslında bizim lig standartlarımıza göre 80-85. dakikalarda olmamız gereken fiziksel ve mental yorgunluğu yaşıyoruz. Avrupalı rakip ise tam tersine, oyunun en kritik anlarında daha dinç, daha hazır.

Basit bir matematik: Daha fazla oyun süresi, daha fazla futbol demek. Daha fazla futbol ise daha iyi teknik, daha yaratıcı taktikler ve daha keyifli maçlar anlamına geliyor. Avrupa'da başarı istiyorsak, önce kendi ligimizde Avrupa standartlarında futbol oynamalıyız.

Türkiye'de futbol, şu anda kendi kendine zaman çalıyor. Her kesinti, her gereksiz duraklama, aslında seyirciden, futboldan ve nihayetinde başarıdan çalınan zaman. Değişim, topun daha çok yuvarlanması, düdüğün daha az çalması ve futbolun daha uzun süre oynanmasıyla başlayacak.

Çünkü gerçek şu: Futbol, top oyunda değilken değil, tam tersine yuvarlanırken güzel.