Uyuş(turul)muş bir İslam coğrafyası ile karşı karşıyayız.
İktidarlarını cehalet ve zorbalık üzerine inşa etmiş arsız hanedanlar ya da hanedan özentisi hükümetler tüm İslam coğrafyasında hâkim.
Yüzlerce koruma eşliğinde gezen bu yönetici taifeleri için vatandaşın değeriyse bir hiç.
Örnek mi istersiniz:
Gelişmiş ülkelerde de deprem olur, ölüm ve yıkılan ev sayısı Müslüman ülkelerle kıyaslandığında son derece düşüktür.
Avrupa ülkelerinde maden ve iş kazaları yok denecek kadar azdır; bizde ise ocaklar ve inşaatlar her yıl yüzlerce işçiye mezar olur.
Trafik kazalarında kaybettiğimiz insan sayısı Avrupa ile mukayese götürmez.
Her yıl tekrarlanan hac ibadetinde ezilen-ölen kişilerin sayısı ise belirsizdir.
Belirsizdir, çünkü toplu ölümlerin haricinde, mesela Hacer-ül Esved’e (Kara Taş) el süreyim derken ya da tavaf esnasında, sıkışma-ezilme tehlikesi geçiren, o anda veya sonrasında ölenler de az değildir.
Yine hac ve umre ziyaretlerini yapanlardan bir kısmının virütik hastalıklarla memleketlerine döndükleri de bilinir.
Ülkelere göre yaşam kalitesi sıralamasına bakalım:
İlk otuzda bir tane İslam ülkesi yok!
Türkiye, seksen ülke arasında elli birinci!
Bilimsel çalışmalara ise hiç girmeyelim! Son yüz yılda Yahudi asıllı bilim insanı 110’un üzerinde Nobel ödülü alırken, Yahudi nüfusunun 110 katı olan Müslümanlarda bu sayı sadece 2.
Az gelişmişlik insan davranışlarını bütünüyle etkiliyor.
Ezberlerinden kurtulamayan, bilimsellikten uzak, her türlü taassuba göz yuman bu ülkelerden felaketlerin eksik olması mümkün mü?
Cehaletle mücadele etmek için gönderilmiş bir dinin, cehalete kurban edildiğini görmek ne acı!
ESTETİK
Yaşamı kolay ve bir o kadar da güzel kılan “estetik” algısıdır. Kültür ve doğa üzerine yapılan eleştirel çalışmalar insanı güzel olanla karşılaştırır. Bunun için algıların, duyuların, duyumların açık olması gerekir; aksi takdirde “anestetik” bir durum ortaya çıkar ki bu da tüm felaketlerin habercisidir.
Her medeniyetin bir estetik algısı vardır.
Estetik kaygısı ciddi bir zevk geleneğini de beraberinde getirir; bunu beslemekte olan edebiyat, sanat, mimari gibi pek çok disiplinden bahsetmek mümkün.
Edebiyata baktığımızda Batı bu alanda (18. yy’dan bu yana) derinlikli ve kapsamlı eserler ortaya koymuş.
Estetik kavramının Müslüman dünyada karşılığı “ilm-ül cemal”dir. Güzellik ilmi olarak ifade edeceğimiz bu bilim dalı ne yazık ki İslam dünyasının ilgi alanı içine girememiş! Bu ise toplumda ciddi bir eksiklik doğurmakta; estetik literatür neredeyse yok hükmünde olduğu için toplumda oturmuş bir güzellik algısı da, güzel olanın bilgisi de mevcut değil.
Durum vahim, zira güzelin ne olduğunu bilmeyen toplumlar, onun karşısına çirkini de koyamıyorlar. İman esasında estetik bir duyuş ve düşünüş temeline dayanmalıdır. Tasavvuf buna önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Fakat tarikatlar eliyle avamileşmesi neticesinde bu fonksiyonunu yitirmiştir.
Şimdi şu soruları sormak durumundayız:
Bir Endülüs estetiğinden, bir Selçuklu estetiğinden, bir Osmanlı estetiğinden, Anadolu’nun öncesine gidelim, bir Bizans estetiğinden bahsedilebilir. Bu konuda kapsamlı çalışmalar neden yapılmıyor?
Ya da İslam felsefesinin kurucu isimlerini hatırlayarak soralım; bir Farabi estetiğinden, bir Gazali estetiğinden bahsetmek mümkün mü?
Veya İslam düşüncesinin önemli şahsiyetleri arasında olan, bir Hanefi estetiğinden, bir Maturidi estetiğinden bahsedilebilir mi?
İlahiyat ve edebiyat fakültelerinin bu konularda çalışmaları var mı?
Ya siyasilerimiz, onların siyasi fikirlerini üzerine bina ettikleri bir “estetik” kaygıları var mı? Kaçı kadim İran ya da Yunan devlet geleneğini ve bunun İslam topluluklarına yansımasını biliyor?
HASTA UYUYOR
Güzellik, tarihsel referanslar üzerinden yürür. Birçok tarihi eseri ve kültür mirasını yok eden bir terör örgütüne (IŞİD) karşı suskun kalan İslam coğrafyasının estetik kaygısının olmadığı apaçık ortada.
İstanbul’un siluetine bakın, camilerin arkasından yükselen gökdelenlere; dini ya da tarihi hangi tevarüsten bahsedilebilir?
İslam dünyasının kalbi olan Mekke ve Medine’de ise Suud ailesinin şahsi “zevki” ortaya çıkıyor! Osmanlı revakları sökülerek, Ecyat Kalesi yıkılarak yerine dikilen, estetikten nasibini almamış koca koca heyula yapıların/gökdelenlerin hangi amaca hizmet ettiğini sormaya gerek var mı?
Güzelliğin toplumda bir karşılığı yoksa “estetik” belirli zümrelerin elinde kalıyor.
Bu bazen bir iktidar oluyor, bazen sermaye grupları, bazen de Suud Ailesi!
Böylece tarihsel referansları olmayan “estetik” anlayışı “anestetik” bir anlayışa dönüşüyor.
Hülasa, İslam toplulukları algıları kapanmış hasta bir adam durumunda!
Uyanabilir mi dersiniz?
Yoksa etrafımızı zombiler saracak ve bizleri de yiyip tüketecekler mi?