Bu hafta makale yazmak yerine uzun zamandır tanıdığım Çimen Erengezgin’le yazarlık hayatı ve yeni kitabı hakkında kısa bir röportaj yapmak istedim.

Yazarımız, Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi, Maliye Bölümü mezunu. Daha sonra yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi, Para Banka Bölümü’nde yaptı. Uzun yıllar çeşitli ajans ve şirketlerle halkla ilişkiler alanında çalıştıktan sonra yoga ile tanıştı ve o zamandan bu yana yoga eğitmenliği yapıyor. Kendini her daim okur ve yazar olarak tanımlıyor. ‘Gezginname’, ‘Yeşil Bisikletli Kız’, ‘Vay Başına Yoga Gelenler’, ‘Aslında Maviydi Terk Eden’, ‘Mecbur Muyum?’ ve son olarak da ‘Kadın, Pencere ve Kedi’ adlı kitapların yazarı.

İşte bu röportajı, duygu dolu bir kalemin sahibi, okurlarını derinlemesine etkileyen öykülerin yazarıyla yapacağız. Son Kitabı ‘Kadın, Pencere ve Kedi’. Her biri özenle seçilmiş yaşanmışlıklarla dolu 36 öykü içeriyor. Bu kısa öyküler, okurların kendi duygularıyla yüzleşmelerine olanak tanıyor ve adeta bir yolculuğa çıkarıyor. Hikayelerinde kullandığı yeni anlatım tarzıyla; kelimelerle dans edercesine şiirsel anlatımı, her satırda hissediliyor ve okuyanlara kendi hayatlarının bir parçası gibi hissettiriyor.

 

Çimen, yazmaya nasıl başladın? 

Yani, ben ortaokuldan beri yazıyorum. Edebiyat ve Türkçe derslerim hep çok iyiydi zaten. Aslında benim ilk hikâye kitabım ortaokulda yazıldı. Kitap diyorum çünkü hikayeleri yazdığım kağıtları kesip, kitap gibi birleştirmiştim. Esas olarak yazmaya başlama süreci 2010 yılında oldu. O şeftali ağacıyla birlikte başladı; yani ‘Gezginname’nin ilk hikayesiyle. 

■ Bu altıncı kitap, konu seçme sürecini nasıl yaşıyorsun? 

İlk kitaplarım, yani ‘Gezginname’ ve ‘Yeşil Bisikletli Kız’ aktı, gitti. Bir ilham onları bir şekilde yazdırdı bana. ‘Vay Başına Yoga Gelenler’i yayınevi istemişti o yüzden yazdım. Sonra kadına yöneldim. Son 3 kitabım kadını anlatıyor zaten. Ben Duygu Asena’yı okuyarak, ‘Kadının Adı Yok’la büyüdüm. Gerçek hayatta da kadının adının olmaması, bir kadın olarak canımı çok yakan bir şey. Yakın çevremde, ailemde bunu çok yaşamıyor olsam da bu durum göz ardı edemeyeceğim kadar önemli. Aslında hepimizin içinde bununla ilgili bir yara var. Kimimiz bunu belli ediyoruz, kimimiz yok sayıyoruz. Bu yüzden kitaplarımın son üçünde kadını konu olarak seçtim. ‘Aslında Maviydi Terk Eden’ kadına şiddeti anlatan, distopyada geçen bir hikâye. Bunda ise daha çok duygu yüklü hikayeler serisi yazmak istedim. O duyguda çoğunlukla kadın var, ama çok ajitasyon yapmamaya özen gösterdim. Orta noktayı bulmaya çalışıyorum genelde. Yani, bir kötülüğe, karanlığa yönelirken dahi onun içinde bir umut olsun istiyorum. Bazen birini boğazlamak geliyor içimizden, ama biz boğazlamamayı tercih ediyoruz. O içinden gelen ilkel duyguyla devam edenler de var. Yine de yazdığım karakterlerde o dengeyi bulmak istiyorum.

■ Çok kitap okuyan biri olarak seni en çok etkileyen yazar kim? Duygu Asena mı?

O da var tabii ama Virginia Woolf’suz bir hayat düşünemiyorum. Keşke daha çok yaşasaydı, daha çok şey yazsaydı. Ablam üniversitede onun kitaplarının İngilizcesini okurken bana da Türkçesini okutuluyordu. Özellikle, ‘Kendine Ait Bir Oda’ beni olağanüstü etkilemiştir. ‘Dalgalar’, ‘Mrs. Dalloway’… Hepsi müthiş. Beni en çok etkileyen yazar o ve onun izinden gitmeye çalışıyorum açıkçası. Kendi sitilimle tabii.

■ Bir kadın olarak yazarken herhangi bir zorlukla karşılaştın mı? Yani, kadın olmanın verdiği bir zorluk çıktı mı karşına? 

Genel olarak çıkıyor aslında. Çoğunlukla eril bir toplumun içerisinde olduğumuz için ve yazı alanı da umumiyetle erkeklerin elinde olmasından kaynaklı, kadınlara karşı bir ön yargı oluyor. Yani, bunu direkt olarak söylemiyorlar ama hissettiriyorlar. Konuşmaların alt satırlarında bu var hep. 

■ Gerçekten de en çok beğendiğim kitabın bu oldu Çimenciğim. Sanki bu kitabında kalemine çok daha hakimsin, ustalaşmışsın… Kitabı yazarken karşılaştığın en büyük zorluk neydi?

Evet, çok çalıştım bu kitabın üstünde. Kendimi geliştirmek istedim. Sanırım en sevdiğim değil ama en iyi olduğum kitap bu oldu. Neden öykü yazdım bir de onu söyleyeyim; çünkü ben kendimi öykülerde daha rahat ifade edebiliyorum. Öykü ve ben daha bütünleşiyoruz sanki. Uzun uzun anlatmaktansa kısa yazmayı seviyorum. Şimdilerde çok kısa öykülere ‘küçürek’ diyorlar. Ben de bu kitapta az yazıp çok anlatabilmeyi denedim. Kendi yazım stilimi değiştirip, biraz daha şekillendirdim ve renklendirdim. Daha fazla betimlemeler koydum, ama aynı zamanda da kısaltmaya çalıştım. Kendime meydan okudum bir yerde. Değişmek zorluyor tabii ama öykü seçimlerinde, konularda, karakterlerde hiç zorlanmadım. Pencereden dışarıya baktığında gördüğün ne varsa, onu yazdım; zaten bize yabancı olmayan şeyleri yazdım. Bundan sonra da inşallah daha da iyisini yazarım.

■ Son kitabının adı ‘Kadın, Pencere ve Kedi’, bu sence dışarı bakan bir pencere mi yoksa içeri bakan bir pencere mi?

İkisi de. Dışarıya, içeriden bakıyoruz zaten. Yani biz içeride neysek, dışarıda onu görüyoruz. İyimser bir şekilde bakarsan hava çok güzel, ama karamsar bakarsan hava bulutlu, kapalı. Pencereyle aslında benim kastettiğim zihinsel bakış, bakış açısı ya da önyargı. Aslında metafor gibi de kullanıyorum ben onu.

■ Peki bu yazma sürecine kedi nasıl dahil oldu ve sana nasıl bir faydası oldu? 

Badem en başta, Foça’dayken bizim bahçemize gelip gidiyordu. Onun yardıma ihtiyacı olması, ardından da benim onu beslemeye ve bakmaya başlamamla aramızda bir bağ ve sevgi oluştu. Hiç tanımadığım bir sevgiyle karşılaştım. İnsan olmayan başka bir varlıkla bir arada olabilmek, yaşayabilmek, dokunabilmek, onunla paylaşabilmek… Bir annelik duygusu gibi, onu koruma, kollama içgüdüsü oluştu. Benim hayatımda Badem’den önce ve Badem’den sonra diye iki bölüm var. Dışarıya çıktığım zaman onu özlüyorum. Çok başka bir sevgi bu. Benim hayvanlara karşı korkularımı yok etti. Bu, yazılarımı da etkiledi tabii. Badem benim anda kalabilen, daha cesur, daha oyuncu hallerimi ortaya çıkardı. Bana yeni bir pencere açtı; korkuların insanı nasıl sıkıştırdığını, dışarıdaki hayattan soyutladığını gösterdi. Ben o korkuyu yendikten sonra sadece kedilerden değil hiçbir hayvandan korkmamaya başladım.

■ Hikayelerindeki karakterler ‘herkes’ ama bu hikayelerden hangisinde en çok Çimen var? 

Parfüm. Parfüm hikayesini kendime yazdım. Doğallıktan yana olmanın, daha minimal yaşamanın anlamını anlatmak amacıyla kendime yazdığım bir öykü. Parfüm eşittir Çimen diyebiliriz. Aslında hepsinde bir doz Çimen var. 

■ Öykülerinde sivrisinek var, kirli pencereler var, sokak var… Bunları da canlı olmayan karakterlermiş gibi anlatmışsın. 

Öyleler zaten. Ayrıntılar, detaylar hayatımızı şekillendiren şeyler. Aslında hepimiz aynı şeyi yaşıyoruz. Kimimiz bunları fark ediyoruz, kimimiz fark etmiyoruz ama onlar bizim bir parçamız. Mesela bir eşyanın, odanın tozlu oluşu senin ilgini çekiyor ya da çekmiyor; seni rahatsız ediyor ya da etmiyor… Yani oradaki varlığı önemli, onu yok sayamayız. Her okuyan farklı yorumluyor bu karakterleri. Aslında o kadar lüzumsuz şeyleri, çok büyütüyoruz, hayatımızın merkezine koyuyoruz ve ana karakter haline getiriyoruz. Toz, burada bir yan karakter, figüran ama biz onu ana karakter yapıp ‘Vay, o tozlu kaldı!’ diye kendi canımıza okuyoruz. Veya bazen birinin söylediği bir lafı kafamıza takıyoruz. O söylediğini unutuyor, biz ise şekillendiriyor, büyütüyor, ana karakter haline getiriyoruz. En son hikayem ‘Veda’ bütün kitabın özeti aslında. ‘Ya kardeşim, kendinize eziyetin etmeyin artık; bırakın’ diyor.

■ ‘Ayrılık’ en kısa hikayen. 

‘Yolun açık olsun dedim, sen günün arma zamanında valizine kapıdan çıkıp giderken… Dönüp bana bakmadın, sadece bir an duraksadın. Kapı, alelacele hazırladığım valizinden düşen egona takıldı. Pencere, oluşan cereyandan hızlıca çarptı. Ev, hiç olmadığı kadar havalandı…’ 

36 kelime var orada. Aslında öncesinde ‘Yol’ diye bir hikâye var. Bunu, o hikâyeden sonra okuyunca daha da anlamlı oluyor.  

■ Hikayelerinde yalnızlığı çok vurguluyorsun. Kendini yalnız mı hissediyorsun? 

Genelde herkesin yalnız olduğunu düşünüyorum. Hiçbir yazar sürekli kendisini yazamaz. Dışarıdan beslenmek zorundayız. Hikayelerimde tabii ki benden bir parça var. Tabii ki ben de kendi penceremden bakıp, kendi tecrübelerimden süzüp aktarıyorum ama dışarıda herkesi gözlemleyip yazıyorum. Ama bazı hikayelerimde kendi tecrübelerimden yola çıktım. Mesela ‘Yol’ hikayesinde, kim olduğunu söylemeyeceğim, en yakın arkadaşım olduğunu düşündüğüm bir insandan bahsettim. 

‘Derken yine aklıma, en yakın arkadaşımın elleriyle ördüğü şal geliyor. O şalı omzuma her attığımda, nedense hiç ısıtmadığını fark ediyorum. En yakınımın, en çok ihtiyacım olduğu zamanlarda, arkasını dönüp gidişi canlanıyor gözlerimin önünde. Şalı, omuzlarımdan söküp yere fırlatıyorum.’

Herkes, her an gidebilir. Kimi ölür, kimi taşınır, kimi gitmek ister… Yani herkes gider bir gün. Yeter ki sen bütün kal; sen sağlam bas. İnsanlar geliyorlar, gidiyorlar. Kimsenin garantisi yok. 

■ Kitapta en uzun hikâye ‘Karşı Pencere’ kadına şiddeti vurucu bir şekilde anlatıyor.

İçinde benim karşı apartmandaki gözlemlerimden aldıklarım da var, hayali olan bölümler de… Kadına şiddeti vurgulamak adına sonunu zaten özellikle öyle yazdım. İç sesi ana karaktere ‘Kaç’ diyor ama o korkudan donup kalıyor.  Çünkü bir sonraki mağdur o olduğunda, hiç kimse yardım etmeyecek. Kurban olan kadın, herkesin gözünün önünde balkondan atıldığında, kimse bir şey yapamıyor. Sıra ona geldiğinde, o da aynı şeyi yaşayacak. Hiç kimse yardım etmeyecek, biliyor. 

■ Bir sonraki kitabında yine öyküler mi olacak?

Yani, ufak ufak öyküler yazmaya başladım yine. Aklımda bir hikâye var. Uzun hikâye dediğimiz ‘novella’ tarzı bir şey yazmak istiyorum ama henüz karar vermedim. Sadece başlığını biliyorum. Yani, kitabın kapağında ne yazacak biliyorum. Bakacağım, ne tarafa yönleneceğime sonra karar vereceğim.