Sevgili okurlarım, gazeteci kimliğimizle toplumun bütün katmanlarıyla neredeyse iç içeyiz.
Sokakta yürürsünüz, insanlar yanınıza gelip fikrini söyler.
Bugünkü Türkiye koşullarında o yakınmaların hemen her birinde mutsuzluk, korku ve geleceğe güvensizlik vardır.
Gelen yazılı mesajların, e-postaların ve mektupların çoğu da öyledir.
Genç kesimlerin durumu ise tamamen tersi!
Pek çoğunun ülke sorunlarıyla falan uzaktan yakından ilgisi yok.
Neden böyle olduğunu bilemem...
Üzerinde ciddi bir biçimde durulması, her yönden araştırılması gereken çok önemli bir hadisedir.
★★★
Türk toplumunda bu süreçte iki konuyu ister istemez gözlemliyorum.
Toplum genelde iki kesimden oluşuyor.
İlk büyük kesim hayat pahalılığı altında ezilmiş, bir anlamda açlığa mahkum edilmiş.
Onlar öylesine bir konumda ki yaşamla bağları önemli ölçüde zedelenmiş. Adına mutluluk denilen kavram onlar için geride kalmış.
Karamsar, korku dolu, duyarsız bir toplum ve çaresiz...
Sadece kendi olumsuz yaşam koşullarına odaklanmış durumda.
★★★
İkinci kesim ise sesini çıkarmaya hazır ama çekiniyor, başına bir iş gelmesinden korkuyor...
Hiç tanımadığım bir kimse örneğin sokakta yanıma gelip derdini döküyor ama sonrasını bazen şöyle getiriyor!
“İsmim sizde kalsın, kimseye vermeyin!
Onu tanımıyorum ki vereyim.
Bu durum gelen yazılı mesajlarda daha da belirgin oluyor ve sayıları giderek artıyor:
“İsmimi size güvenerek veriyorum, sadece sizde kalmasını rica ediyorum!”
★★★
Geçtiğimiz haftalarda bir sağlık sorunu nedeniyle iki gün yazı yazamamış ve bunu da o günkü kısa yazımda belirtmiştim.
Okurlardan gelen bazı geçmiş olsun mesajlarının son cümlesi hemen hemen yine aynı sözlerle şöyle bitiyordu:
“Adımın sizde saklı kalması ricasıyla...”
Üzüntü veren bir gerçektir ve sık sık oluyor.
Bazı insanlarımız fena halde korkutulmuş durumda.
★★★
Şimdi karşımızda bir de devlet eliyle gelen baskılar var...
1990’lı yıllara, 2000’li yılların başına dönüyorum.
Gazeteye çok sayıda küçük öğrencilerin velileri telefon ederdi.
Rast gele örnek vereyim...
“Oğlum 8 yaşında. Öğretmeni ödev verdi, ismi kamuoyunda bilinen bir kimseyle röportaj yapmasını istedi. Biz sizi seçtik. Gazeteye gelsek kabul eder misiniz?”
★★★
Bu küçük çocukların hemen her gün birkaçı gelirdi.
Birini bile o kıt zamanlarımda geri çevirmedim.
Yaptığım tek şey ise söyleşi sırasında anne veya babasını dışarıda tutmak olurdu ki çocuk baskı altında kalmasın ve aklına gelen her şeyi rahatça konuşup sorabilsin.
Bazıları durgun ve çekingen, bazıları cin gibi, fırlama idi.
Şimdi bazen sokakta o bizim ‘eski çocuklardan’ birileriyle karşılaşıyorum...
Doğal olarak tanımıyorum.
Büyümüşler, koca insan olmuşlar.
“Yıllar önce annemle-babamla gelip sizinle söyleşi yapmıştım” deyince nasıl mutlu oluyorum.
★★★
Sevgili okurlarım, Türk toplumunda bu süreç içerisinde normal olmayan bir takım değişimler yaşanıyor.
Her şeyden önce herkes kendi derdine düştü.
Herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor.
Atatürk dahil bazı kutsal ve ulusal kavramların bile ‘eski ağırlığı’ yok edilmek isteniyor.
Toplumun en az yarısında umursamazlık ve duyarsızlık egemen kılındı.
Pırıl pırıl genç kuşaklar imam hatiplere, cemaat ve tarikatlara yolcu edildiler.
Bunlar başımızdaki iktidarın ‘kendince’ başarılarıdır!
İş bu noktaya gelsin diye örümcek ağlarını başımıza bilerek ve isteyerek ördüler...
★★★
İlkokullarda bile eğitim programlarını tersyüz edip yerine hurafeler getirdiler.
“Kamuoyunda ismi bilinen kimselere” artık bir tek öğrenci bile gelip röportaj yapmıyor.
O güzel ve aydınlatıcı günler gerilerde kaldı.
Gözleri aydın olsun.
Toplumda korku ve duyarsızlaşma
Emin Çölaşan
Yayınlanma: